Saturday, October 27, 2012

Ankara.


Karakteri olduğunu düşündüğüm birkaç şehirden biri oldun. Hem koca şehir olup hem karakterli olmak zor. İstanbul’un karakteri var diyemem, karakterleri var. Bursa’nın hiçbirşeyi yok, İzmir saçma sapan bir yer.

İnsanların bozkırın ortasına bozkır renginden daha kötü renklerle binalar yapması, benzer değerlere sahip bir şekidle çalışması şehrin karakterini kemikleştiren en önemli etkenlerden (doğaldır, yarısı memur ve neredeyse tamamı memur zihniyetine sahip bir kitle). İstanbul’un “kaosuna” karşı pes etmişliğin karşısında sığınılacak bir liman bu denizi dahi olmayan şehir.

Ankara’yı sevmek ve Ankaradan sıkılmak için bana beş sene yetti. Herşeyin vurdumduymaz bir ritüelde, mevsimleri dahi kıskandıracak şekilde tekerrür ettiği, yıllarca hiçbir şeyin, hiçbir yerin, köşedeki simitçinin akşam vakti “3 simit 1 lira” yazısının dahi değişmediği bir şehir oldu hep. O, hayaldeki sevgiliyle karşılaşmadan önce görülmesi gereken, insana çok şey öğreten “aslında çok da iyi olan” fakat mükemmel olamayan bir eski sevgili idi.

Bütün betonarme yapılarında çok belli olan o eskilikten, o yaşlılıktandır belki, Ankarada yaşamak bile bile bende bir nostalji idi (referans: Tarkovsky-Nostalgia). Bu şehir son ziyaretimde beni kuru sonbahar güneşi parlaklığında bile yüzü asık binalar, otobüs sırasına girmiş memur sabrında bekleyen “vatandaş”lar, aradan heran bir Behzat Ç. karakteri çıkabilirmiş havası veren ve hiçbirinin ortalama renk tonu griden açık olmayan sokaklarla karşıladı. 

Yeni yapılan binaların sürekli cam ve alüminyumdan yapılıyor olması dahi bu şehrin yüzünü değiştiremedi. Havaalanında cam blokların arkasından bozkıra bakınca hangi mevsim olursa olsun hep üşümekteyim.

Ankara’nın bu karakteri, bu “Türkiye şartlarına göre” düzenliliği Ankaralı sevgilide bile görülürdü.

Oysa hayat önce yemek ve üremek üzerine kuruldu, daha sonra başka başka keyiflerle ve dertlerle zenginleşti, berbatlaştı ve karmaşıklaştı. Ama sürekli otobüs dolmuş sırası beklemek, yıllarca aynı bara gitmek, aynı şirkette çalışmak, yatak örtüsünü aynı şekilde düzeltmek, hellim peynirini aynı miktarda kızartmak.. bu saçma detayları ilk olarak Ankaralılar  düşünmüş olmalı.

Bir zamanlar viskisi de vardı, bize güzel gelen kızları da vardı. Ama defterin eski sayfaları değil artık, tamamen eski bir defter oldu.

Sonbahar


Sarı renk esir almış bedenini.
Bir mahsumiyeti var,
Hala kırılgansın.

Yürüyemeyen merdiven.

Uzun yürüyen merdivenin cıkmasını beklerken,
Beline sarıldığımda,
Hiç bitmesin istedim bu kısa yolculuğun. 

İşte sana son sarılışım böyle olmuştu.

Thursday, October 25, 2012

Büyük Kara Balık.


Akdeniz kültürünün tüm etkilerini üzerimde taşıdığımdan (made in Çorum) balık denilince yüzgeçlerimde hafif titremeler oluyor. 

Üstat Sait Faik dülger balığını mükemmel bir şekilde tasvir etmiş ki, o hikayesini okuduktan sonra ben hiç bir balığa sadece bir balıkmış gibi bakamaz oldum. Her balığa bir ruh, bir karakter atadım. Her bir balık derken, her bir balık türü desem daha doğru olur. Nitekim bütün hamsiler benim için tek bir hamsi, bütün barbunlar tek bir barbun (bey)'dir.

Onlara bu şekilde bakıp nasıl yediğim konusu ayrı bir tartışma konusu olabilir. Nitekim insan türünü severken de kontrolü biraz bıraktığımda kendimi sevdiğimi yemek üzereyken buluyorum.

Bugün birinden bahsedeceğim.

Fener balığı ile tanışmam çok geç oldu (gerçi hamsi vs. Gibi standart balıklar dışındaki balıklarla genel olarak geç tanıştım). Şeklinin bende uyandırdığı ilk etki herhangi bir insandaki ilk etkisinden çok da farklı değil. Vıcık vıcık iğrenç şekli, kocaman ağzında cüssesine göre büyük dişleri biraz korkutucu olabiliyor. Ancak dikkatle bakıldığında onun da bu estetik facianın derin üzüntüsünü yaşadığı görülebilir. Renginden bile kaybettiği belli olan bu zavallı balık, belki de her şeyden vazgeçtiği için böyle korkunç dişlere sahip olup, hırçın bir yaratık haline gelmiş. Balığa sevgiyle yaklaşmak nasıl olur bilmem ama elimizde iki tane hamsiyle yaklaşsak belki iki muhabbet kurabiliriz.

Fener balığına ismini veren fenerle beraber, eski bir zindanda yıllarca çalışan, elinde feneri olan kambur bir gardiyan aklıma geliyor. Üzerindeki koyu renk eski püskü giysisi ile bu gardiyan, zindanın (denizin) derinliklerinde sadece mahkumları ile samimi olmuştur.

Her ne kadar tek seferde milyonlarca yumurta bırakabiliyor olsa da bundan  "zavallı" fener balığının sevişken biri olduğu gibi bir çıkarımda bulunmayacağım.

Çirkin olan bir çok şey gibi, aslında ilk etapta farkedilmeyen onun iç guzelliğidir. En lezzetli balıklar listesine girmekte hiç bir zaman sorun yaşamayan fener balığı, çirkin yaratılışını sert ve lezzetli eti ile telafi ediyor, Ona saygı duyanları son olarak bu şekilde ödüllendiriyor. 

Küçük olmayıp kara sayılabilecek bu balık için ne soylesem az. Özlenen sevgiliye kavuşmaktan ötedir güveçte kavurması. Orhan Veli’nin söylediğine pek uymuyor, aynada çok güzel değil ama, yatakta - pardon tabakta başka güzel.
  
Fotoğrafını koymuyorum. Burası estetik bir blog.

Wednesday, October 24, 2012

Bu gece


Bu gece, bir telekom çalışanının hatası olmalı sana ulaşamamam,
Yanlış hattı kesmiş olmalı.
Hayalin buradayken sesine ulaşamamak..

Unutmak.


Kaç hafta olmuş bilmiyorum.

Bir kez bile çıkar gibi olmadın aklımdan. Kimi zaman öfke ile, kimi zaman kırık kalbin sızlaması ile aklımdaydın.

Ve yine kaç hafta olmuş bilmiyorum, seni unutmayı unutmayalı. Söylediğin “hayır”lar ve senin gözlerinde gördüğüm sevgisizliğe yenilmişliğin bana yardımcı oluyor.

Yücelttiğin yalnızlığı hep yanlış yorumladığını haykırdım. İstediklerinin hep çeliştiğini. Duymak istediğin en sıcak sarılışı seni en çok sevenden bulacağını en sıcak nefesimle kulağına fısıldadım.

Anladığını sanmıştım. Oysa sen hem beni çok zor anlıyordun, hem de yanlış anladığında önyargını kırmam zamanı geri almaktan daha kolay değildi.

Sunday, October 21, 2012

Buralardasın

Bir gerilim var üzerimde, biliyorum yakın bir yerdesin. Sokak başında karşılaşma ihtimalimiz bile var. Elinde en sevdiğim birayla geldiğin günlerdeki gibi.