Sunday, September 29, 2013

The National

Müzik gurusu arkadaşım "Atom Karınca"nın yanında Bozcaadadan aldığı şarapları tadarken bana dinlettiği gruptur. Tsticks'deki enstrümantel zenginlik olmasa da bu parçasında bana benim "fake empire"larımı hatırlattı.


Thursday, September 26, 2013

Ben-1

Yıllar önce Anadolunun ücra kasabasında doğduğumda beni nasıl bir gelecek bekliyordu bilinmezdi. Ümit böyle birşeydi, herşey olabilirdi ufacık bir bebekten. Gelecek bir amaç olmamıştı annem ve babam için, onlar mutluydu, sadece beni gördükleri için, bana sahip oldukları için. Ben herşeyden habersiz daha ilk dünyevi kaygılarım olan açlık, sıcaklık vs. gibi sebeplerden ağlamışımdır büyük ihtimal. Benim ağlamam bile onları mutlu etmiş olabilirdi, yaşayan birşeyleri vardı artık.

Zaman denilen kavram yüzlerce tonluk bir yük treni gibi ağır da olsa kesintisiz ilerlerdi. Hiç durmadı, sonunda denize döküleceğini bilen, cılız bir şekilde doğduktan sonra denize yaklaştıkça hızlanan ve gürleşen bir ırmak gibiydim.

Sonra bir çok şey öğrendim. Sevmeyi, sevilmeyi, fotoğraf çekmeyi, sevip sevilirken beraber fotoğraf çekmeyi öğrendim. Müzik dinledim bütün bunlar aynı anda bile oluyordu. Yük treni son istasyonuna gayet uzak da olsa her an bozulabilirdi, böyle bir gerçek vardı, yaşam ilkokulda sınıf arkadaşımı kaybettirerek bu gerçeği bana yavaş yavaş anlatmaya çalışmıştı belki.

Yatılı okulda öğrendim insanlar hakkında bir çok şeyi. Nasıl büyük değişimler yaşayabileceklerini, değer verdikleri şeylerin ne kadar geçici olduğunu, milyonlarca kez aynı hatayı yapabileceklerini ilk orada gördüm. Dünyanın o kadar kontrol edilebilir olmadığını, çünkü henüz ilk adım olan kendi kendini kontrol etmekte bile ne kadar çok sıkıntı yaşadığını gördüm üstadın bahsettiği “Büyük İnsanlık”ın. Yine de en sıkı dostlukların burada oluştuğunu gördüm. Sonradan kırılsa bile bu dostuluklar insana ne kadar çok şey katabileceğini gördüm. Bundan sonra sıkı dost kazanmanın ne kadar zorlaştığını ise anlayalı çok olmadı.

Üniversite ise lisenin devamı gibiydi sanki. Hep büyüdüm, sürekli büyüdüm. Gündüz geceye dönerken saçlarım mı beyazlıyordu sanki? Bu kadar gençken?

Tırmalamak denilmese de hayatta kalmak için bir çok fedakarlık yapıyoruz. Günün en verimli saatlerinde çalışıyoruz, sırf geri kalan kısımlarında-uyku dahil-rahat bir yaşamımız olsun diye.

Çalıştığım yerlerin benim yumurtamın alınmasının beklendiği kümes gibi olduğunu farkettiğimin üçüncü günü yüksek katlı işyerlerine uzunca bir süre dönmemek üzere veda ettim.

Sonra insanlar gelmeye ve gitmeye devam ederken benim sevdiğim içkiler, tatlar daha az değişti. Müzikler kulağımın içinde en eski tınıları bırakıyordu. Müzik zamansız bir şey. Pop müzikten bahsetmiyorum tabi, ucuz şarabın ömrü vardır, kalitelinin ise ömrü değerdir.

--

Sonra kış olunca daha az kar yağan bir kente geldiğimde aslında burada farklı bir soğuk olduğunu gördüm. İçinde bulunduğum şehir başta beri büyük gelmişti bana, her gördüğüm kare eşsiz idi. Eşsiz derken mükemmel gibi bir anlam olsa da, değil. Bir gün daha sıcak, daha karanlık, yalnız olabileceğim bir yer istedim ve ilk karanlık odamı böyle kurdum.

Derme çatmaydı ilk karanlık odam. Pencereleri kargo poşetlerinin siyah yüzü ile kaplanmış, arkadaştan alınmış eski bir sovyet agrandizörü ile yapılmaya çalışılan bir tutkumdu. Ama benim odamdı,  karanlık yüzünden sabahları uyanamadığım, işe geç kaldığım yerdi. Orada dünya ters dönse ben düşmezdim.

Olmadı, birlikte olduğum insanla uyuşmazlık öyle bir seviyedeydi ki kötü son diye birşeyin olmayabileceğini anlamış oldum.

Dünya dönerken tren ilerliyordu. Ben büyüyor ya da yaşlanıyordum. Elimdeki makineler değişse de hep güzel kareler peşinde idim. Kar yağıyordu Galata köprüsünde ve ben saatlerce bekliyordum. İstanbul puslu oluyordu hep, ben bunu seviyordum. Hep bir titreyen sokak labası arayıp altındaki hüzünü anlamaya çalışıyordum. Sıkışık sokakların birinde bir apartman dairesinde oturup yazan Oğuz Atay’dan, güneşsiz rahat etmeyen Sait Faik’e kadar bir arayış içerisindeydim. Karaköy’e yaklaşan kruvaziyer gemilerine pek anlamlı bakmayan, yaktıkları ahşap kasalarla ısınan olta balıkçılarını anlamaya çalıştım.

Ve bütün bunlar olurken bir trompetçi kuruldu balıkçıların arkasına, sakince, hava serindi o an. Yağmur bile yağabilirdi. Yere otururken gökyüzüne baktı, trompetini silerken dikkatliydi.

Göz göze gelmiştik. Genç gibi dursa da en az 40 yaşlarındaydı. Kirli sakalları tahriş olmuş bir yüzden çıkıyor gibiydi bu zayıf adamın. Trompete üflediğinde bir hüzün kapladı beni, kendisi de üzüldü. Yere baktı dakikalarca, ben hasta olmayayım diye oradaki turşucudan aldığım turşu suyunu içerken onu izliyordum, beni görüyordu.

Kafasında neler vardı hiç bilmiyorum, milyonlar birşeyin telaşını yaşarken o neden böyle sakin ve hüzünlüydü.

Kadıköy vapuru yaklaştığında, ben batan duba iskeleyi düşündüm. Çıkarmışlarmıydı onu? Bir de neden her vapur yanaşması bir tekrar gibiydi. Kim yaşamın bir döngüden ibaret olmadığını düşünüyorsa vapur iskelelerine gitsin. Ama karşıda oturan sevgilisinin geldiği zaman değil, kimseyi beklemediği, tüm vapurun sıradan insanlarla dolu olduğu zaman gitsin.

Soğuk olunca farklı ayarları kullanmak gerekiyordu fotoğraf çekerken. İnsanlara farklı davranmak gerekiyordu, sevgiliye fazla sarılmak, bira değil şarap içmek, viskiye buz katmamak gerekiyordu. Soğuk olunca romantik oluyordun ister istemez, çünkü hayatın tek kişi için fazla sıkıcı olduğunu hissediyordun. Reddetsen de emin olamıyordun.

---devam edecek. 

Wednesday, September 25, 2013

Liverpool

Yıllar önce, Cihangir parkında hatırı saymakla bitmeyecek olan arkadaşımla otururken mekanın daimi sarhoşlarından biriyle karşılaşmıştık. İnsan ilişkilerinde cıvıklık mertebesinde sayılabilecek muhabbet odaklı biri olduğumdan kendimizi bu adamla film ve edebiyat dünyası üzerine tartışırken bulduk (Gerçi diğer arkadaş yabancısı olduğu birayı içmeye çalışıyordu). Birkaç saniye sonra isminin Zeki  olduğunu öğrendiğimiz abimizle “Genel Kültüre Giriş 101” içeriğinde olan bu tartışmada çeşitli filmlerden söz edilmiş, çeşitli kitaplara atıfta bulunulmuş. Nasıl olduysa konu Charles Dickens’ın İki şehrin hikayesine gelmiştir.

-İşte Zeki abi, Londra ve Paris arasında eş zamanlı sürege..
-Şşş
-Efendim Zeki abi, wtf?
-Manchester ve Liverpool olacak o iki şehir.
-Zeki abi yok ya Londra paris ahaha
-Şşş, Manchester ve Liverpool. Tartışmaya gerek yok.

Bazen insanın gözünde inancı ve eminlik hissini görürsünüz ve ona aldanırsınız ya. Ben o an kendi bilgimden şüphe ettim. Liverpool-Manchester arasındaki rekabeti bilmekle beraber Charles Dickens’ın bu iki şehirden hikaye üretmeyi pek mantıklı bulmadığını da düşünmüştüm.

Yine de o an geçici olarak inanmıştım. Her ne kadar akşam eve geldiğimde yaptığım hatayı farkettiğimde.
Zeki abiyi yine arada sırada görürüz. Orada şişe toplamaya başlamış. Belki hala Liverpool ve Manchester olarak biliyordur. Bir fikir yürütmesine gerek yok, bilgi bilenindir, yanlış da olsa.
 
Zeki abi, 2011
 

Liverpool, acı vatan. Diye başlayan başka bir paragrafı bu yazının altına yapıştırmam ise tamemen konunun gidişi ile ilgilidir. Zaten acı da değildir. Belki deniz sebebiyle biraz tuzlu olabilir. Geri kalanı gayet tatlıdır. Manchester’dan sonra bu şehir, Ankaradan sonra İzmir gibi geldi. Daha fazla sokak şarkıcısı, daha fazla “cask ale” satan pub vardı. Daha fazla aşk vardı. Ama aşk her zamanki gibi bana uğramaz, papatya arar, eski sevgili sendromuna takılır, telefonunda benim numaramı görüp "ara" düğmesine basamazdı. Aşkı bir tarafa bırakırsak okyanusun kenarında daha fazla özgürlük vardı. Ve liverpool aksanı vardı, İngiliz aksanına yeni alışmıştım, dilim bile dönmüştü ki Liverpool çok farklıymış, hiç yeltenmedim.

Kalbimin bir yarısını orada bıraktım, trafik soldan aktığı için sol yarısı daha mantıklı geldi.



Friday, September 20, 2013

Balkon

Şimdi sen uzaktasın diye,
belki bir Anadolu kasabasında,
belki Asya'nın öteki ucunda,
seni hatırlamayacağımı zannediyorsun,
her su bardağına şarap koyuşumda,
ve buzdolabında peynir arayışımda.

Aksine,
sen sırf uzaktasın diye,
daha fazla düşünüyorum seni,
ve işler yolunda gitseydi,
her hafta sonu sulamak için uğramam gereken,
balkonuna alacağım ağacı.


Monday, September 16, 2013

Yaklaşmak

Şimdi ben sana dönüyorum ya,
Gözü kara bulutlar gotik şehirlere
Amansızca yağmur bırakırken
Üzerlerinden geçiyorum sakince
Yumuşak çarşaflarla bezeli
Yatağını düşünüyorum, uyumasam da

Thursday, September 12, 2013

Oysa

Günler geçti sana çiçek göndermeyeli,
Yüzündeki gülümsemeyi hayal etmeyeli.
Oysa beklemek ne güzeldi seni,
Uzun süren yağmurun ardından gelişini,
görmek ne güzeldi.