Thursday, September 26, 2013

Ben-1

Yıllar önce Anadolunun ücra kasabasında doğduğumda beni nasıl bir gelecek bekliyordu bilinmezdi. Ümit böyle birşeydi, herşey olabilirdi ufacık bir bebekten. Gelecek bir amaç olmamıştı annem ve babam için, onlar mutluydu, sadece beni gördükleri için, bana sahip oldukları için. Ben herşeyden habersiz daha ilk dünyevi kaygılarım olan açlık, sıcaklık vs. gibi sebeplerden ağlamışımdır büyük ihtimal. Benim ağlamam bile onları mutlu etmiş olabilirdi, yaşayan birşeyleri vardı artık.

Zaman denilen kavram yüzlerce tonluk bir yük treni gibi ağır da olsa kesintisiz ilerlerdi. Hiç durmadı, sonunda denize döküleceğini bilen, cılız bir şekilde doğduktan sonra denize yaklaştıkça hızlanan ve gürleşen bir ırmak gibiydim.

Sonra bir çok şey öğrendim. Sevmeyi, sevilmeyi, fotoğraf çekmeyi, sevip sevilirken beraber fotoğraf çekmeyi öğrendim. Müzik dinledim bütün bunlar aynı anda bile oluyordu. Yük treni son istasyonuna gayet uzak da olsa her an bozulabilirdi, böyle bir gerçek vardı, yaşam ilkokulda sınıf arkadaşımı kaybettirerek bu gerçeği bana yavaş yavaş anlatmaya çalışmıştı belki.

Yatılı okulda öğrendim insanlar hakkında bir çok şeyi. Nasıl büyük değişimler yaşayabileceklerini, değer verdikleri şeylerin ne kadar geçici olduğunu, milyonlarca kez aynı hatayı yapabileceklerini ilk orada gördüm. Dünyanın o kadar kontrol edilebilir olmadığını, çünkü henüz ilk adım olan kendi kendini kontrol etmekte bile ne kadar çok sıkıntı yaşadığını gördüm üstadın bahsettiği “Büyük İnsanlık”ın. Yine de en sıkı dostlukların burada oluştuğunu gördüm. Sonradan kırılsa bile bu dostuluklar insana ne kadar çok şey katabileceğini gördüm. Bundan sonra sıkı dost kazanmanın ne kadar zorlaştığını ise anlayalı çok olmadı.

Üniversite ise lisenin devamı gibiydi sanki. Hep büyüdüm, sürekli büyüdüm. Gündüz geceye dönerken saçlarım mı beyazlıyordu sanki? Bu kadar gençken?

Tırmalamak denilmese de hayatta kalmak için bir çok fedakarlık yapıyoruz. Günün en verimli saatlerinde çalışıyoruz, sırf geri kalan kısımlarında-uyku dahil-rahat bir yaşamımız olsun diye.

Çalıştığım yerlerin benim yumurtamın alınmasının beklendiği kümes gibi olduğunu farkettiğimin üçüncü günü yüksek katlı işyerlerine uzunca bir süre dönmemek üzere veda ettim.

Sonra insanlar gelmeye ve gitmeye devam ederken benim sevdiğim içkiler, tatlar daha az değişti. Müzikler kulağımın içinde en eski tınıları bırakıyordu. Müzik zamansız bir şey. Pop müzikten bahsetmiyorum tabi, ucuz şarabın ömrü vardır, kalitelinin ise ömrü değerdir.

--

Sonra kış olunca daha az kar yağan bir kente geldiğimde aslında burada farklı bir soğuk olduğunu gördüm. İçinde bulunduğum şehir başta beri büyük gelmişti bana, her gördüğüm kare eşsiz idi. Eşsiz derken mükemmel gibi bir anlam olsa da, değil. Bir gün daha sıcak, daha karanlık, yalnız olabileceğim bir yer istedim ve ilk karanlık odamı böyle kurdum.

Derme çatmaydı ilk karanlık odam. Pencereleri kargo poşetlerinin siyah yüzü ile kaplanmış, arkadaştan alınmış eski bir sovyet agrandizörü ile yapılmaya çalışılan bir tutkumdu. Ama benim odamdı,  karanlık yüzünden sabahları uyanamadığım, işe geç kaldığım yerdi. Orada dünya ters dönse ben düşmezdim.

Olmadı, birlikte olduğum insanla uyuşmazlık öyle bir seviyedeydi ki kötü son diye birşeyin olmayabileceğini anlamış oldum.

Dünya dönerken tren ilerliyordu. Ben büyüyor ya da yaşlanıyordum. Elimdeki makineler değişse de hep güzel kareler peşinde idim. Kar yağıyordu Galata köprüsünde ve ben saatlerce bekliyordum. İstanbul puslu oluyordu hep, ben bunu seviyordum. Hep bir titreyen sokak labası arayıp altındaki hüzünü anlamaya çalışıyordum. Sıkışık sokakların birinde bir apartman dairesinde oturup yazan Oğuz Atay’dan, güneşsiz rahat etmeyen Sait Faik’e kadar bir arayış içerisindeydim. Karaköy’e yaklaşan kruvaziyer gemilerine pek anlamlı bakmayan, yaktıkları ahşap kasalarla ısınan olta balıkçılarını anlamaya çalıştım.

Ve bütün bunlar olurken bir trompetçi kuruldu balıkçıların arkasına, sakince, hava serindi o an. Yağmur bile yağabilirdi. Yere otururken gökyüzüne baktı, trompetini silerken dikkatliydi.

Göz göze gelmiştik. Genç gibi dursa da en az 40 yaşlarındaydı. Kirli sakalları tahriş olmuş bir yüzden çıkıyor gibiydi bu zayıf adamın. Trompete üflediğinde bir hüzün kapladı beni, kendisi de üzüldü. Yere baktı dakikalarca, ben hasta olmayayım diye oradaki turşucudan aldığım turşu suyunu içerken onu izliyordum, beni görüyordu.

Kafasında neler vardı hiç bilmiyorum, milyonlar birşeyin telaşını yaşarken o neden böyle sakin ve hüzünlüydü.

Kadıköy vapuru yaklaştığında, ben batan duba iskeleyi düşündüm. Çıkarmışlarmıydı onu? Bir de neden her vapur yanaşması bir tekrar gibiydi. Kim yaşamın bir döngüden ibaret olmadığını düşünüyorsa vapur iskelelerine gitsin. Ama karşıda oturan sevgilisinin geldiği zaman değil, kimseyi beklemediği, tüm vapurun sıradan insanlarla dolu olduğu zaman gitsin.

Soğuk olunca farklı ayarları kullanmak gerekiyordu fotoğraf çekerken. İnsanlara farklı davranmak gerekiyordu, sevgiliye fazla sarılmak, bira değil şarap içmek, viskiye buz katmamak gerekiyordu. Soğuk olunca romantik oluyordun ister istemez, çünkü hayatın tek kişi için fazla sıkıcı olduğunu hissediyordun. Reddetsen de emin olamıyordun.

---devam edecek. 

No comments:

Post a Comment