Thursday, January 1, 2015

Bir gece kaçamağı

İstanbul'a kar yağıyordu.

O'nun uyuduğunu görünce çıktım. Kalın kaşmir montumla Macar kanyağı dolu mataramı almıştım. Kulağımda O yatmadan hemen önce dinlediğim bir Borodin Quartet tarafından çalınan Schubert ezgisi vardı.

İstanbul'a kar yağıyordu. Dizel arabanın iç gıcırdatan ilk sesi ile üşüyordum. Beyazlar üzerinde dans ederek iniyordum şehre. Bütün trafik ışıkları sararmış ve yanıp sönüyordu. Tüm yollar benimdi. Şehir Prag'ın kardeş şehri olmuş, zaman eskidenmiş ve ben de Elbe nehri kenarına gider gibi gidiyordum Kadıköy'e.

Kapısını tıkladım. Yorgun yüzünü anca seçebiliyordum karanlıkta. içerisinin ışığını da açmamıştı. O sersem, ben sarhoştum,

Sorularıma cevap vermesini beklemedim. Onu dinlemek için gelmemiştim bu mesafeyi. Dudaklarının hareketlenmediği anı yakaladıktan on saniye sonra sıcaklığı henüz geçmemiş pembe nevresimli yatağındaydık.

Sığınmıştım. Kar durmamıştı. Uzaktaki barlar sokağındaki son sarhoşların naraları ufak bir tizlikle duyuluyordu. Acaba böyle duyulduklarını bilseler bağırırlarmıydı? Dışardan nasıl algılandıklarını merak ediyorlarmıydı? Etmeliydiler. Sürekli farkında değil mi bu basit yaratıklar? Tüm yüksek sesle konuşan insanlarda hep bu dışavurumculuktan şüphelendim.

Kadıköy beyazdı. Sigara içmek için ışığı açtı. Saçları omuzlarına düştüğünde orada olmalıydım. Düşünceler mısralarımın önünde olduğunda o şiiri kulağına fısıldamalıydım.

Hoşçakal.. dedim. Şimdi yol yine uzundu. Yol yine beyazdı. Denizin köpükleri görülmeye başlamıştı, güneş elbet doğuyordu ama biz göremiyorduk.

No comments:

Post a Comment