Üstadın
evindeyim. Müzeye yakışır şekilde yenilenmiş, camlar takılmış, “yatağına
dokunamazsın!” Burgazada’ya niye gidesin başka? Yazdıkları, defterleri nerde? Korunuyor.
Yine başka bir
üstat, Petersburg’un ortasında, uyandıktan birkaç dakika sonra, daha kahvaltı
dahi yapmadan, onun heykelinin önünden, sonra bir sebze pazarından geçip
dördüncü kata çıkıyorum, tüm bina müze olmuş. Raskolnikov’da bu sokaklarda
dolaşmış, resimler fotoğraflar var, öyle diyorlar.
Sonra kendimi
Maltepe’de buluyorum, bir şeride üç otomobilin sığdığı, bir minibüse 30 kişinin
bindiği, ama benim 130 metrekarede canım sıkılırcasına yalnız bir şekilde nefes
alışımın, bitmeyen özlem, beklenen kavuşmalarınnın yaşandığı ve yaşanacağı evde
buluyorum. Büyük bir bonkörlükle çocuğum olmadığı için beslemekten utanmadığım
bir limon ağacını, adı nedense “Niyazi”yi suluyorum. Su faturasını dert
etmiyorum. Ahh Niyazi, bugün Erikli su mu istersin yoksa Pınar mı? “Üç kez
distile Bozdağ su ver de kafamızı bulalım” diyecek hali yok. Uyum sağlamış
yoklukla bolluğa, aynı anda, çok da umurunda değil.
İnsan sevmek
önemliydi. İşte burada bir yerde kayboldum ben. Ah üstadım, insanı sevmeye çok
çabaladım, ama olmadı. İkiyüzlülük tüm ilkelerimi ezdi. Ben böyle
yetiştirilmedim. Pardon yanlış kelime, yetiştirilmedim. Nedense tüm
değerlerimi, prensiplerimi kendi kendime var etmiştim. Yıllar önce bir okulda
bir öğretmen “hayatta değerleriniz olsun” demişti. Kim, ne zaman dedi bilmiyorum.
Benim değerlerimi ben kendim mantığımla oluşturdum. Bu mantık, “herkes aynı
değerlere sahip olursa, mutlu oluruz” temelinde bir mantıktı.
Sevdim ama işte.
Ama bencilce sevmek neydi? Sana ait olmalıydı. Hatta ileri gittin, sahip olma
kavramını bedenine kadar indirgedin. Oradan birisi çıktı, yorgun, bıyıkları
beyazlamış, ölmeyecek ama (en azından öyle düşünüyoruz, sonuçta adam gelmiş,
kalbini kırmayalım) “o sevgi bu sevgi değil” diyordu. Sevgileri ayırt eder mi
olduk? Bugün arkadaşım, yarın sevgilim olmuştu, sonra tekrar sevgiliydi. Aşk başşka
ve bana nadiren uğrardı ve yazılarda kendine aynı nadirlikte yer bulurdu (itiraf:
çoğu aşktı) “tamam sustum”.
Bütün minibüsler otuz
kişi taşıyacak ve her zaman minibüse bineceksin diye bir şey yok. Bazen onun İstanbul’un
zirvesinde (100 metre falan) olan evine gitmek için çabaladım. Ama hep
gökdelenlerle dolu ya bu mahalleler, rakım anlayışım kayboluyor, işte bir
şekilde gittim. O farklı mevsimin yaşandığı binada sevgi dolu bir merhaba ne
kadar farklıydı her şeyden.
Uyan, sevgilim,
ben geldim. Sana tüm insanlardan ayırdığım sevgiyi sunacağım. Tamam, kabul
ediyorum bir kısmını Niyazi’ye harcadım ama bunun lafı mı olur? Çünkü milyonlarca
insan iki yüzlü ve sen değilsin. İşte hepsi sana kaldı sevgimin. Uyansana? Neden
zile iki kez basmam gerekli? (Uykusu ağırdır, ama yokuş aşağı gitmek
istemiyorum buradan). Burgazada’daki tüm balıkçılar bu gece sefere çıktı, Aleksandra’m da adada yok, bende ilk vapurla Bostancı’ya geldim,
oradan bir Magirus ile çıktım yokuşu. Hadi, aç şu kapıyı, sana şiirler yazdım.
Yok yok, sevişme vakti değil şimdi, daha sabah, “sadece uyuyacağız”..
No comments:
Post a Comment