Sunday, November 23, 2014

Oda no: 129

Olabildiğince mistik bir hikaye aslında. Gerçeklerin üzerine çıkmak için bazen rüyalara ihtiyaç duyuyorum. İşin bana ilginç gelen kısmı ise rüyaların da gerçeklere istinaden oluştuğunu düşünmek. Bilinçaltı diye bir kavram var.

Tüm bu gerçeküstülükten sonra geri dönüp bu rüyayı ve onunla birlikte gelen hissiyatı hiçe sayıp gündelik koşuşturmaya devam etmek de garip değil mi? Ne bileyim metroya falan biniyoruz daha bir kaç saat önce "uçarak" seyahat ettiğimiz rüyamızdan sonra.

Dinleme önerisi: Collosseum- Butty's Blues 
---

Bir şekilde kendimi zinde hissediyordum ama çok fazla olumsuz etken var. Hava soğuk. Koşmaya devam ediyorum yine de. Ah niye adam gibi yol yapmadılar buraya; ufak tefek taşlar var. Belediye başkanını çağırın -hayır şimdi olmaz, daha önemli işlerim var-. Hem onun da önemli işleri olabilir. Adam birşeylerin başkanı. En iyisi koşmama devam etmeliyim. "Aman dikkat et sakatlanma oğlum" -derdi, beni görseydi. Onun umutsuzca yapmamı engellemeye çalışmaları ne zaman işe yaradı ki. her kar yağdığında, yüzüme yediğim kartopları sebebiyle hasta olacağımı bile bile yine çıkmadım mı arkadaşlarımla beraber. Hem bir seferinde dev bir kardan adam yapmıştık ve o kışın bitmesini istememiştim, erimesinden korktum. Oysa bir sabah uyandığımda başka çocuklar kolunu kopartmıştı adamcağızın.

Koşmaya devam ediyorum. Adalara gitmem lazım. Orada olduğunu düşünüyorum. Üç katlı, denize nazır, 1970 lerden kalma, hastane şeklindeki bir otelde olmalıydı. "İnsan bu mevsimde ne yapar orada?". Ne bileyim ne yapar, gitmeliyim işte bak ne kadar yakın. Hadi koş (hem sen ne ara geldin!). "Vapura bineceğiz değil mi?" Bilmem hiç düşünmedim. "N.. Nasıl ya?". Ah evet deniz. Ama süper hissediyorum bak, bence gideriz, hem öyle çok dalgalı da değil. Hem aradaki adalara çıkarız orada koşarız kenardan. Unutma enerjin hiç bitmeyecek.

Bazen Güneş de doğdu. Hani Çanakkale'de eylül sonu denize girersin, deniz sıcaktır ama çıkınca üşürsün de rüzgar olmaz ve güneş var ise bir an ısınırsın, hah, aynen öyle hissettik.

Denizi daha tuzlu zannediyordum. "Tuzu bitti". Nasıl ya? Denizin tuzu hiç biter mi? "Biter tabi ki; diyabet vs. derken organik deniz tuzu moda oldu. Her restoranda masalarda öğütücüde antrikota sıktığın tuz yüzünden bitti, kalmadı. Alabalığı koysan yaşar artık burada". Dur iki dakika yüzüyorum. Ah evet Güneş çıktı, thanks God. "Ne oldu, inanmaya mı başladın God falan?". İnansam niye başka dilde söyleyeyim. "Ne bileyim, İngilizce bilmiyor mu?".

Belki on onbeş kilometre koştuktan sonra girdiğim deniz soğuk olmalıydı ama ben sıcaktım. E yani kaç kilometredir yüzüyorum.

İlerde bir ada gördüm. Oraya doğru ilerliyorum. Ama ada gibi değil, travertenler falan var. Kıyısına çıktım. Burada biraz daha koştum. Ayağıma batan çakıl taşlarının kimisi ıslak ve serinken kimisi güneşte kızmış. Neden hala yorulmadım. Az mı kaldı sanki? "Bilemiyorum.. Ufukta birşey yok." Yine mi sen? Beni niye takip ediyorsun? "Boşver Sen onu, devam edecek misin? Bak hiç birşey görünmüyor etrafta. Hadi dönelim, marketten ucuz bir şarap alırız, Bostancı'dan Şule'yi alırız.. Kahve içeriz. Latte sever, hem de non-fat". Ne oldu, ayıp bir şey mi söylüyorsun tanrıdan kaçmak için ingilizce konuşuyorsun! "Yok..şey.. kızma, Şule öyle derdi diye şey ettim.." Ha evet Şule. Şimdi onun yanında sıcak yatakta uzanmak vardı. Sabah akşam hep sıcak hep güzel kokardı. Bütün hafta içi erken kalkmalara küfrederek işe giderdik. Haftasonu da bir şey yapalım diye erken kalkardık. Ben sana doyamadım ki Şule! Ama Sen hala non-fat latte diyor ve beni unutuyorsan ben koşayım? "Unutmadı ki???" koştum.

Ve tekrar deniz. Çok açılmış olmalıyız, deniz biraz tuzlu değil mi? "Evet, sanki Portekiz kıyılarındayız.. Ah Atlas okyanusunu da pek bir severim" Saçmalama, hala İstanbul'dayız. İlk göreceğimiz insandan bunu anlayacaksın. Çıkarcı ve yitik insanlar. Birey olmayı başkalarını ezmekten geçtiğini düşünenler sizler.. "Biliyormusun, Atlas ile Aşil'i hep karıştırırım." Yuh. Biri okyanus işte dünyayı taşıyor falan. "Ama neden öyle diyorsun, dünyayı taşırken onu vurmadı mı Paris?". Ahah, hayır tabiki!!. Gerçi bilmiyorum. Belki dünyanın şu anki halini özetledin.

Deniz iyice sığlaştı. Ah, bak işte güneş hala sıcak. O kadar da üşümedik. Hiç bu kadar nefes aldım mı?. Otelin önüne geldik. Bu nasıl tutku! "Tutku değil, saflık, intikam ve şuursuzluğun bir bileşkesi olabilir ancak bu! Aşil ile Atlası karıştıracak kadar aptal olsam da insanoğlunu çok iyi tanırım". Seni dinleyecek halim yok. Başardım, geldim işte. Bak birisi geliyor, garson olmalı.

-Merhaba efendim, hoş geldiniz
-Odaya çıkacağım. Oda numarası..

"Oda numarasını bilmiyorum da bak tepside kırmızı şarap getirmiş, alsana. Hem bu adamdan anladık mı İstanbulda olduğumuzu?" Bu adam İstanbul'lu değil oğlum.."Bana annem gibi seslenme" herneyse, İstanbulda tepsiyi böyle Casablanca filmindeki gibi taşıyan garsonlar mı var mı? O değil de oda kaçtı. 129 mu 125 mi? "Nereden bileyim, ben mi getirdim Seni buraya!" Tamam sen Atlası düşün.

-Oda numarası 129. Oraya çıkmalıyım.
-Tabi efendim.

--

Uyandım



No comments:

Post a Comment