“Ben aylak sevmiyorum
artık” dedi. Bir türlü ısınmayan yatakta ayaklarını kombi peteğine değdiriyordu. Ufak
gözlerinden gözyaşları yüzüne iki beden büyük gelen yanaklarından süzülüp dün
değiştirdiğim yastık kılıfına değdi. Gece lambasını kapattım. Sarıldığımda
sırtı soğuktu.
E.
Yıllar ülkenin
daha kavrulmadığı yıllardı (gezi parkı öncesi). Bursa’da Uludağ’ın gölgesinde
tanıştım. Saçları yok denecek kadar azdı, olanların kıymetini bilmek gerekirdi.
Kahveyi severdi. (ama çok değil-çünkü çay onun gerçek arkadaşıydı). Kafe
Amerikanosu az sütlü değil, çok az sütlü olmalıydı. Kore’de falan okuyordu. Garip yerlerde
masterlar yapmış, ODTÜ’de bile bulunmuştu. “Odtü’lü hatun iyidir” kriterimden
artı puan kazanmasına rağmen buna gerek duymadan kontenjanda yerini buldu.
Saçları bazen
uzuyordu, ama yine hemen kısacık kestirirdi. Aramızdaki fiziksel mesafede böyle
değişkendi. Viber, Skype gibi uygulamalarla haşır neşir oldum. İzmir’de (o
kadar da güzel değil bence) bir otelde oturup saatlerce konuştum bu zamanlarda.
Sonra bir gün atladım yanına gittim. (ucuz bilet bulamama rağmen). Huzur vardı,
yavaştı o. Sakindi, hayatın acelesi olabilirdi ama onun yoktu. Kanı bile yavaş
akardı sanki ve bu yüzden sürekli üşürdü. Gecenin bir vakti uyanırdım üşüyerek,
bakardım tüm yorgan onun üzerindeydi.
E. iyi bir kız
diye çağrıştırılabilecek tüm kriterlere sahip idi. Ama olmamıştı. Mesafe mi
demek lazımdı? Tutkusuzluk mu? Yine de uzun sürdü. Geldi gitti ama hep var
oldu.
N.(1)
Bu N. yi aslında
daha öncesinde tanıyordum. Yine ODTÜ’lü kontenjanından faydalanarak hayatımıza
giren bir arkadaştır kendisi. Beni iyi tanıyanların tanıdığı bir kişidir.
Yıllar öncesi tanımama, hatta asla unutmadığı sevgilisi (kendisi hala
unuttuğunu vs. söylemektedir) ile evde ağırlamama rağmen bir şey hissetmeme
rağmen çeşitli kombinasyonların denk gelmesi diyelim, bir akşam bir şeyler
olmuştur. Sonrasında tutku zincirleri şeklinde çeşitli yan hikayeler olarak
devam etmiştir günlük hayatımda. Toplamda üç yıla yayılan bu süreç çeşitli
başka kadınların (buraya yazmaya gerek görmediğim) hayatıma girmesine engel
olmamasına ve de mutlu bir sona, yani adı konulan bir ilişki, bir sonuca
ulaşamamıştır.
Kendisi ile ilgili
blogda bol miktarda yazı vardır, kendisinin de bloğu vardır, arada sırada
benden bahseder. Arada sırada derken bir iki kez yani. Hala aldığım çiçekleri
saklıyormuş. Başka.. işte fotoğraf falan çekiyormuş. Kalbinin bir tarafı temiz,
diğer tarafı kırmaktan korktuğu egosu, tipik bir “insan”. Ama hassas cinsten. Olur
öyle. İsmi güzeldir, bana N’leri vurgulamayı öğretmiştir. Peynir seçmek, ev
düzmek, MUDO mağazalarından ev eşyası almamak (çünkü renk veriyordu) gibi bir
çok şey öğrendim. Öğrenip de sonraları uygulamayı bıraktığım şeyler de oldu. (duş
almaktan bıkınca sevişmemek gibi)
N (1) ile E. nin bir
dönem kesiştiği rivayet olunur, doğrudur. E. ve N(1) kompleks denklemler olup,
toplumsal standartlarda aldatma gibi bir durum söz konusu olmamıştır.
Ş.
Farklıydı.
ODTÜ’lü değildi,
Ankara ile alakası yoktu. Mersinli olmasına rağmen Kayışdağı’nda üşümüyordu. Ama
sırf sabah erken kalkabildiği için hayatıma girmişti.
İlginç bir
şekilde Ş. nin N(1)’e garip bir ilgisi vardı. Ona yazdıklarımı okuyup benden
etkilenmişti. Ş. bana N(1)’e göre daha anlamlı şeyler öğretti. Mesela ilişkinin
ne demek olduğunu. Hayatımın yarısına çok yakınken bunu yeni öğrenmek de bir
garip.
Ş. ile hayatımın
en güzel yazını geçirdim. Her akşam bir hareketlilik vardı. Ş. ile bir kez dahi
gerilimi yüksek bir kavga etmedim. Londra’nın sokaklarını gezmek beni Ş. ye
daha da yaklaştırıyor, Holborn metro (ah pardon, “tube”) durağındaki anlamsız
videoyu çeken adam oluyordum. Güvenlik görevlileri yoktu, telaffuzları
tekrarlıyordum.
En küçüğüydü Ş.
tüm teorilere göre en çocuk olması gerekendi. Öyle değildi.
Sonra hayatıma
N(2) girdi.
N(2)
Dire Straits’in meşhur
Sultans of Swing’inin yine meşhur “Live Alchemy” konseri performansında, Mark “lead”
gitar ile takılırken diğer elemanların yan yana müthiş bir uyumla o gitarları
çalışı idi bizim N(2) ile başlangıcımız. İnsan olduğum için günah işleyebileceğim
aklıma geldi ve Ş. ile ayrıldım. Ve kendimi N(2) nin koluna teslim ettim.
Aslında hikaye
burada başlıyor.
Ya da bitiyor mu
desem?
Yıllar içerisinde
dört ana karakter olmak üzere çok sayıda
insanın dikiş attığı bir kumaş parçasından biraz daha ileri noktadayım. Birazcık.
Aylak aylak gezindim. Terzi aramadım, ama işte İstanbul’da, sonra bazı illerde
ve başka ülkede (Burada E. sıkıntı yaratıyor, yoksa hepsi İstanbul semtlerinde)
yumurta haşlamaya, mantarlı omlet yapmaya, en güzel çayı yapmaya vs. çabaladım
beraberliklerimde. Sonucunda Aylak adamın başladığı, N(1) in bana “nasıl bir
yaşam formusun?” dediği, N(2)’nin içine sinmeyen, E. nin umursamadan tatlısını getirip
müziğini açtığı (güllaç severdi, dinle arası iyi değil ama), Ş. nin kokmasın
diye buzdolabına karbonat koyduğu(sağolsun) soğuk evimdeyim. Ve sanırım bugün
artık aylaklıktan istifa ettim.
Maraton:
Niye mi? İki gün
önce koşmaya başladık sabah, saat 9 da düdük öttü silahlar patladı. Collesseum
güzel gruptu, Rope Ladder to the Moon denilen parçayı yapan insanlar insanların
bu müziği dinlerken koşmaları durumunda kalp krizi yaşama risklerini umursamamışlardı,
belliydi.
Yanımda onun sarı
saçlarını okşamıştım yarış başlamadan. Ne de güzeldi. Yanakları ne de
yumuşaktı. Ben buraya, onunla gelmiştim. Onunla gidecektim (biletler alınmıştı).
Onunla her yere gider miydim? En azından düşünürdüm. Koşu başlamıştı. Güldü
N(2), mutluydu. Bedenine dokundum, sevdim onu, güneş yakışıyordu ona. Benimle
gelmişti.
Sonra yavaş
kaldı, ilerledim ben. Dönüş noktasında artık çok yorulmuştum. Uzun uzun
düşünecek vaktim vardı ama düşünmeye gerek yoktu. Kanım tıpkı E. nin kanı
gibiydi, hızlı akmıyordu. N(2) gibi de değildi. İlerledim. Yol uzundu, ama
düzdü, deniz önce sağda ve solda idi. Aklıma bir an Kavala’dan Selanik’e
giderken Yol boyu denizi seyredişim geldi, bisiklet güzeldi, yeni aldığım
ayakkabılarım ise ayağımı ağrıtmıştı. Neden hep bir şeyler eksikti. Bisiklet
yoktu şimdi, hem de yasaktı. Müzik vardı ve başka bir Collosseum, Lost Angeles
çalıyordu.
Kayıp olmuştum.
Aslında maratona kayıt olmuştum ben, iki kelime arasında bir harflik fark ile
5600 kişi arasında birisiydim. Yine de dönüş noktasından sonra N(2)nin güzel ve
yorgun yüzünü (finiş çizgisinde tuz birikmiş yüzünü öpmeyi hayal etmiştim
çoktan) ve bana şaşkın bakışını gördüm. Aramızda 8 dakika vardı, en az. Sonra
bir 10 dakika sonra N(1) in yüzünü gördüm. Yaşlılık ibaresi yoktu, ama benim
ısrar ettiğim gözlüğü hala kullanıyordu. En azından kendine baktığının bir
göstergesiydi, çok zor ilerliyordu, bitiremeyecek gibiydi, sigarayı
bırakmalıydı, ya da başka bir şeyleri eksikti.
Hep bir şeyler
eksikti. Döndük İstanbul’a, havalimanında trafikle beraber. Eksikti işte,
olmayacaktı, bakışından belliydi iki haftadır ama biz playback yapıyorduk, kötü
bir albümden. Ş. elinde sinema tarihi kitabını okuyordu, kalbi temiz, vicdanı
hür bir bireydi, cumhuriyet için ideal genç! Belki dersleri vardı bitirecekti. N(1)’i
bilmiyorum, çalışırdı heralde, Pazartesi günü çalışmalıydı, böylelikle Pazar günü
yaptığı tatil benzeri aktivitesinden dolayı vicdan azabı duyuyordu belki. Bazı
insanlar Cumartesi sendromu yaşar çalışamamaktan.
N(2) benimleydi. Sıcaktı.
Koşu iyi gelmiş, burnunu daha az çekiyordu. Evet, N(2) hasta hasta koşmuştu.
N(2), benim sevgilim, iyi de koşmuştu. Niye koşmuştu peki? Bilmiyorum,
sormadım. Ayağım ağrıyordu, uçaktan indik.
Sonuç:
Ertesi gün N(2)
ile yolarımızı ayırdık. Koşu iyi gelmemiş olabilir. Detaylar birazdan (3G ile
canlı bağlantı!) N(1) den zaten haberim yok. Seviyeyi koruduğu ilişkilerinde
hayatını bavula sığdırma denklemleri kuruyordur bir artı bir artı koca sıfır
evinde. Ş. ise iyidir, onun kötü olma şansı yok. Mutluluğun içsel olduğunun bir
ispatı olarak müzeye konulması gerekir Ş. nin. Ama mumyalanması lazım, esmer
olduğu için çabuk pörsüyecektir. E. ise, unutulmadı. Hala haber alınabiliyor,
dün Incheon havalimanında sonunda üç-beş “ooooo” eklenen kelimelerle karşılanmış,
Kore’de.
No comments:
Post a Comment