Tuesday, December 11, 2012

Eşya


Bu günün geleceğini hiç düşünmemiştim. Bu noktaya varılacağını. Belki aramızdaki o güzel paylaşım bitecekti, buna inanırdım ama sonunun böyle kötü olacağını, saygısızca biteceğini, hayır.

Haftalar öncesinde o kötü telefon konuşmasında, her şeyin en dibe atıldığı o konuşmadan sonra zaten yaralı imparatorluğum iyice hasar aldı. Yıkmaktan başka bir çarem mi vardı? Sen de zaten bunu istemiyor muydun?

Tam bir hafta önce sabah gelmiştim. Hatırlamadığım sürece beklemiştim kapında. İçinde boğazın en sakin yerinde “Ankara romantizmi” yaptığımız otomobilinin önündeyken yaşlanmıştım. Arka koltukta yine ayakkabıların vardı. Şimşeğin parlamıyordu, üzerinde sabahın nemi mi vardı yoksa o da mı üzgündü.

Tüm ümitlerimi defalarca yitirmişken, artık kafama kazınmıştı, olmuyordu. Bir gelecekten bahsetmiyordum, olmuyordu, anlamıyordun. Anlayıp da anlamazlıktan gelmiyordun. Kafan basmıyordu, kalbini aldırmış gibiydin. Bana başka çare bırakmamıştın.
----

Şimdi evdeyim. Kanepenin altından eşyalarını çıkarttım. Unuttuğun diş fırçanı ve birkaç ıvır-zıvır eşyanı da buna koydum.

Bir çift ayakkabın vardı kutusunda, onları da aldım. Vücudunun her detayı gibi ayaklarını da hatırladım. Biraz büyük müydü?

Senin “bendeki eşyaların” bunlar mıydı sadece? Düşündüm… Daha fazla bir şeyler olmalıydı... Sabah yediğim yumurtanın kabuğunu hala atmamıştım. Hani ben sana yumurta soyan tek erkektim ya? Sen bunu çok büyütmüştün (senin duygusuzluğundaki birisi ne kadar büyütürse artık), ben ise sevgimi kattığımı söylemiştin (sen orasında değildin belki de?). Bu kabuklar da senindi. Canını acıtmak mı istiyordum bilmem. Bütün bunların soğuk sabah rüzgarı gibi yüzüne vurmasını istiyordum (bundan da hoşlanırdın evet)

Ve istiyordum her şeyin başladığı ilk zamanlardan kalan üç beş hatıramızdan birini, kayda aldığımız fotoğraf röportajını da iade etmeliydim. Çay bardağı ve insan sesleri arasından seçiliyor tatlı sesin (hala tatlı diyebiliyorum).

Sen: Hadi başla, başla
Ben: Hımm, peki bu yola girerken, dönüşün çok zor olacağını düşündün mü?
Sen: Düşünmedim açıkçası, genelde duygularımla karar veriyorum. Yine öyle oldu. Beni nelerin beklediğini bilmemek beni heyecanlandırır her zaman.
Kahkahalar vs… (beni devam etmem için zorluyorsun bu arada)
Ben: Genel olarak hayata bakış açın bu şekilde mi? Her zaman maceraya var mısın?
Sen: Varım!
……
Böyle devam ediyordu. Macera? Sen? Bir terslik olduğunu anlamalıydım?

Her neyse, bir cd buldum ve bu röportaj kaydını cd’ye kopyaladım.

Sonra beni en çok duygulandıran şeylerden biri geldi aklıma. Bir hafta sonu için plan yapmıştın. Hava güneşli olursa şunları şunları, yağmurlu olursa şunları şunları yapalım demiştin. Güneşi ve yağmuru resmetmiştin, kağıt yazını sevmişti, ben o kağıdı sevmiştim. Onu da koydum.

Kahvaltıda yumurta, peynir ve tatlı şeyleri sırası ile yemeni unutmamıştım. Asla karıştırmazdın. Bu düzen değişirse vücudun ne tepki verirdi bilmiyorum görme şansım olmadı. Sadece senin yediğin, içeriğinden pek hoşlanmadığım çikolata kremasını neden orada tutuyordum ki öyleyse? Onu da koydum.

Büyük paketi, ayakkabıları ve senin soyut hatıralarının bulunduğu bu küçük paketi aldıktan sonra arabaya yürüdüm, bagaja koydum ve eşyaları bırakacağım ortak arkadaşımıza, hani şu sen ve ben arkadaş iken ortak arkadaşımız olup da yılda bir kez de olsa kahvaltı vs. yaptığımız üçüncü kişiye doğru yola çıktım.

---

Şimdi tekrar buradayım. Bir hafta öncesini daha fazla düşünmeli miyim? Hava daha güzel, yerler o kadar ıslak değil, senin buralarda olmadığını biliyorum. Karşılaşma riski, karşılaşırsak nasıl davranırım stresi yok. Bagajdan 3 parça eşyanı alıyorum. Ellerim hafif titriyor sanırım… Sanki aylar öncesinden yaşamıştım bunları, tekrarladığım ama başaramadığım bir sahneyi yineliyormuşum gibi. O özgüvenim uçmuş, yerine ezbere davranışlara bırakmıştı. Etrafı inceledim. Bu semtte saksağanlar olmalıydı değil mi bu mevsimde, eski bir dostumun şans getirdiğine inandığı saksağanlar olmalıydı. Her sene bir önceki seneden daha fazla bina yapılan bu semtte artık ağaç kalmadığı için mi yoklardı?

Gergindim. Aynı otoban geçen haftakine göre daha sessizdi. Pazar günüydü. İstanbul, Attila İlhan'ın bakkaldan aldığı ekmek miktarından daha fazla şiir yazdığı İstanbul bir anlamsızdı bugün. Kayıtsızdı, eskitmişti bir sevgiyi, yok etmişti karşılıklı gülümsemeyi. Ağaç dalları kuruydu, çamlar hariç-onların başka çaresi yoktu. Dallar senden daha duygusaldı. Kurumuş olanlar bile.

Kaç saat daha yaşlandım orada, hesaplayamadım. Zili çalıp içeri girdim. Hemen orada ayakkabıların vardı. Çok belliydi sana ait olan her şey. Gözlerimi kapattım. Fark edilmesin istiyordum etkilenmem, temiz kalbiyle bana bu son iyiliği yapan arkadaşıma bu ağırlığı yaşatamazdım.

Senin gittiğin her yerde fark ettiğim “sen” burada da vardın. İzlerin her yerde idi. Mutfakta, salonda, kanepede, masada. Aylar sonra sana ilk defa bu kadar yakındım. Az önce senin gelmeyeceğine olan güvenim yavaştan kaybolmaya başladı. Ya zil çalsa, gelen sen olsan, ne yapardım? Ne kadar fark ederdin orada, her şeyin sen olduğu yerde bedeninin de gelmiş olması ne kadar önemli?

Yok, yok. Bıraktım her şeyi orada. Kafamdakini kazıyamıyorum, kalbimdekine öfke yardımcı oluyor. Usulca çıkıyorum oradan. İncelemiyorum artık bu semti, bahçesinden, ağacından, parke taşlarından otobanından bana ne! 

No comments:

Post a Comment