Bu günün geleceğini hiç düşünmemiştim. Bu noktaya
varılacağını. Belki aramızdaki o güzel paylaşım bitecekti, buna inanırdım ama
sonunun böyle kötü olacağını, saygısızca biteceğini, hayır.
Haftalar öncesinde o kötü telefon konuşmasında, her şeyin en
dibe atıldığı o konuşmadan sonra zaten yaralı imparatorluğum iyice hasar aldı.
Yıkmaktan başka bir çarem mi vardı? Sen de zaten bunu istemiyor muydun?
Tam bir hafta önce sabah gelmiştim. Hatırlamadığım sürece
beklemiştim kapında. İçinde boğazın en sakin yerinde “Ankara romantizmi”
yaptığımız otomobilinin önündeyken yaşlanmıştım. Arka koltukta yine
ayakkabıların vardı. Şimşeğin parlamıyordu, üzerinde sabahın nemi mi vardı
yoksa o da mı üzgündü.
Tüm ümitlerimi defalarca yitirmişken, artık kafama
kazınmıştı, olmuyordu. Bir gelecekten bahsetmiyordum, olmuyordu, anlamıyordun.
Anlayıp da anlamazlıktan gelmiyordun. Kafan basmıyordu, kalbini aldırmış
gibiydin. Bana başka çare bırakmamıştın.
----
Şimdi evdeyim. Kanepenin altından eşyalarını çıkarttım.
Unuttuğun diş fırçanı ve birkaç ıvır-zıvır eşyanı da buna koydum.
Bir çift ayakkabın vardı kutusunda, onları da aldım.
Vücudunun her detayı gibi ayaklarını da hatırladım. Biraz büyük müydü?
Senin “bendeki eşyaların” bunlar mıydı sadece? Düşündüm…
Daha fazla bir şeyler olmalıydı... Sabah yediğim yumurtanın kabuğunu hala
atmamıştım. Hani ben sana yumurta soyan tek erkektim ya? Sen bunu çok
büyütmüştün (senin duygusuzluğundaki birisi ne kadar büyütürse artık), ben ise
sevgimi kattığımı söylemiştin (sen orasında değildin belki de?). Bu kabuklar da
senindi. Canını acıtmak mı istiyordum bilmem. Bütün bunların soğuk sabah
rüzgarı gibi yüzüne vurmasını istiyordum (bundan da hoşlanırdın evet)
Ve istiyordum her şeyin başladığı ilk zamanlardan kalan üç
beş hatıramızdan birini, kayda aldığımız fotoğraf röportajını da iade
etmeliydim. Çay bardağı ve insan sesleri arasından seçiliyor tatlı sesin (hala
tatlı diyebiliyorum).
Sen: Hadi başla, başla
Ben: Hımm, peki bu yola girerken, dönüşün çok zor olacağını düşündün mü?
Sen: Düşünmedim açıkçası, genelde duygularımla karar veriyorum. Yine öyle oldu. Beni nelerin beklediğini bilmemek beni heyecanlandırır her zaman.
Kahkahalar vs… (beni devam etmem için zorluyorsun bu arada)
Ben: Genel olarak hayata bakış açın bu şekilde mi? Her zaman maceraya var mısın?
Sen: Varım!
Ben: Hımm, peki bu yola girerken, dönüşün çok zor olacağını düşündün mü?
Sen: Düşünmedim açıkçası, genelde duygularımla karar veriyorum. Yine öyle oldu. Beni nelerin beklediğini bilmemek beni heyecanlandırır her zaman.
Kahkahalar vs… (beni devam etmem için zorluyorsun bu arada)
Ben: Genel olarak hayata bakış açın bu şekilde mi? Her zaman maceraya var mısın?
Sen: Varım!
……
Böyle devam ediyordu. Macera? Sen? Bir terslik olduğunu
anlamalıydım?
Her neyse, bir cd buldum ve bu röportaj kaydını cd’ye kopyaladım.
Sonra beni en çok duygulandıran şeylerden biri geldi aklıma.
Bir hafta sonu için plan yapmıştın. Hava güneşli olursa şunları şunları,
yağmurlu olursa şunları şunları yapalım demiştin. Güneşi ve yağmuru
resmetmiştin, kağıt yazını sevmişti, ben o kağıdı sevmiştim. Onu da koydum.
Kahvaltıda yumurta, peynir ve tatlı şeyleri sırası ile
yemeni unutmamıştım. Asla karıştırmazdın. Bu düzen değişirse vücudun ne tepki
verirdi bilmiyorum görme şansım olmadı. Sadece senin yediğin, içeriğinden pek
hoşlanmadığım çikolata kremasını neden orada tutuyordum ki öyleyse? Onu da
koydum.
Büyük paketi, ayakkabıları ve senin soyut hatıralarının bulunduğu
bu küçük paketi aldıktan sonra arabaya yürüdüm, bagaja koydum ve eşyaları
bırakacağım ortak arkadaşımıza, hani şu sen ve ben arkadaş iken ortak
arkadaşımız olup da yılda bir kez de olsa kahvaltı vs. yaptığımız üçüncü kişiye
doğru yola çıktım.
---
Şimdi tekrar buradayım. Bir hafta öncesini daha fazla
düşünmeli miyim? Hava daha güzel, yerler o kadar ıslak değil, senin buralarda
olmadığını biliyorum. Karşılaşma riski, karşılaşırsak nasıl davranırım stresi
yok. Bagajdan 3 parça eşyanı alıyorum. Ellerim hafif titriyor sanırım… Sanki
aylar öncesinden yaşamıştım bunları, tekrarladığım ama başaramadığım bir
sahneyi yineliyormuşum gibi. O özgüvenim uçmuş, yerine ezbere davranışlara
bırakmıştı. Etrafı inceledim. Bu semtte saksağanlar olmalıydı değil mi bu
mevsimde, eski bir dostumun şans getirdiğine inandığı saksağanlar olmalıydı. Her
sene bir önceki seneden daha fazla bina yapılan bu semtte artık ağaç kalmadığı
için mi yoklardı?
Gergindim. Aynı otoban geçen haftakine göre daha sessizdi.
Pazar günüydü. İstanbul, Attila İlhan'ın bakkaldan aldığı ekmek miktarından daha
fazla şiir yazdığı İstanbul bir anlamsızdı bugün. Kayıtsızdı, eskitmişti bir
sevgiyi, yok etmişti karşılıklı gülümsemeyi. Ağaç dalları kuruydu, çamlar
hariç-onların başka çaresi yoktu. Dallar senden daha duygusaldı. Kurumuş olanlar
bile.
Kaç saat daha yaşlandım orada, hesaplayamadım. Zili çalıp
içeri girdim. Hemen orada ayakkabıların vardı. Çok belliydi sana ait olan her
şey. Gözlerimi kapattım. Fark edilmesin istiyordum etkilenmem, temiz kalbiyle
bana bu son iyiliği yapan arkadaşıma bu ağırlığı yaşatamazdım.
Senin gittiğin her yerde fark ettiğim “sen” burada da
vardın. İzlerin her yerde idi. Mutfakta, salonda, kanepede, masada. Aylar sonra
sana ilk defa bu kadar yakındım. Az önce senin gelmeyeceğine olan güvenim
yavaştan kaybolmaya başladı. Ya zil çalsa, gelen sen olsan, ne yapardım? Ne kadar
fark ederdin orada, her şeyin sen olduğu yerde bedeninin de gelmiş olması ne
kadar önemli?
Yok, yok. Bıraktım her şeyi orada. Kafamdakini kazıyamıyorum,
kalbimdekine öfke yardımcı oluyor. Usulca çıkıyorum oradan. İncelemiyorum artık
bu semti, bahçesinden, ağacından, parke taşlarından otobanından bana ne!
No comments:
Post a Comment