Thursday, March 28, 2013

En azından

En azından gerçekte hissetmem gerekeni hissediyorum şu an. Geçici bir mutluluk, geçici olduğunu bilmeme rağmen ne kadar mutluluktu ki? Şimdi saf gerçeklikle yaşamak huzur vermese de devamlılığını biliyorsun: gerçeklikten şaşmıyorum genelde ama arada kaçınmak için kendimi süngerleştiriyorum şarapla.

Dikkatli davranılması gerektiğini bildiğim bir kalbim var. Ona ihanet edebilecek cesaretim ya da iradem yok. Daha büyük sıkıntılara yol açıyor.

En azından.. En azından birşeyler hissedebiliyorum ve sonunda birşeyler üretebiliyorum. Cümleler sadece kelimelerden oluşmuyor çünkü.

Wednesday, March 27, 2013

Seul'de bir sarhoş

Yorgundum, soğuk rüzgar yüzüme çarpıyordu, tüm gün dolaşmaktan ayaklarım da ağrıyordu, karnım acıkmıştı. Şehrin arka sokaklarını gezinmeye başladım yiyebielcek birşey bulurum diye.

Camında "octopus" yazan bir restoran gördüm, başka latin alfabesi ile yazılan bir yazı yoktu, okunuşunu çözsem de anlamını çözemeyecem Korece birşeyler.. İçeri girdim.

Selamımı verdikten sonra oturup menüden istediğim yemeği işaret ettim garson kadına, kadın "spaysii??" dedi, önemli olmadığını soyledim, pilav istemedim. Bir kaç dakika sonra garsona tekrar işaret ederek yerel içkilerinden olan "socu"dan bir tane istedim.

Derken, sol çaprazımdaki masada oturan iki adamı farkettim. Biri çok kötü sarhoş olmuştu. Masalarında altı, yedi tane socu şişesi vardı. Adamların birisi, bana bakarak oturan taraftaki kötü durumdaydı. birşeyler soyluyordu, tabiki anlamadım dilini bilmediğim bu adamı ancak arkadaşının anladığından da şüpheliydim, konuşmaktan ziyade inler gibiydi.

Ahtapot gelmişti güveçte, buharı bile gözlerimi yakmıştı, sanırım hayatımda yiyebileceğim en acı şeydi. hafiften yemeye başladım.

Derken sarhoş adamla göz göze geldim. Bana bakan tüm Koreliler gibi o da biraz şaşırmıştı. Diğerlerinden daha Koreli bir yüzü vardı, Suratı ütülenmiş gibi dümdüzdü, pek bir kıvrımı olmayan gözlerinde bana bakarken hafiften yaş olduğunu gördüm. Beş saniye kadar birbirimize baktık.

Saat altı gibiydi. Bu adam yemek yiyip sarhoş olmuştu. Derdi mi vardı? Sarhoş olarak unutacağını düşündüğü nasıl bir dert olabilirdi? Adamın durumunu kendi içimde kötüledim. Kimdi peki suçlusu? Pragmatik arkadaşlar tüm sorumluluğu bireye yükleyecektir. Ben buna inanmıyorum. Dünyaya gelmiş bir insan, kendini öldürünce acı duyacak, ölmekten korkuyor, kendi kendini imha etmemeye programlanmış bir robot gibi, hayat ile mücadele etmek zorunda, neden? Nereden geliyor bu zorunluluk. Konfor denilen şeyin pek nadiren başkalarının hakkını yemeden gerçekleştiği dünyamızda (buna modern ekonomi diyorlar, kaynak sıkıntısı vs) ağlamamak için hak mı gasp etmesi gerekir?

Garson kadın geldi, "sorry" dedi. Bu arada şaşırmıştım oyle bi yerde orta yaşlı bir koreli bayanın az buçuk da olsa ingilizce bilmesine. Ünlü bi yer miydi acaba? Nitekim çok daha janjanlı mekanlarda bilinen ingilizce kelime sayısı beşi nadiren geçerdi. Herneyse, kadına "no problem, no problem" dedim. Aslında yukarıda yazdıklarımı tek tek anlatmak istedim garsona, gidip adama sarılmak istedim. onu omuzlayıp evine (var mıydı? ev nedir?) götürmek istedim. Onbeş milyonun arasında kaybolup gitti.

Şehirde işlenen günahlar kümüle olarak artarken günahkarların kimliği hala bir soru işaretiydi.

İkinci şans

İnsan hayatı hatalardan ve başarılardan oluşur aslında, her ne kadar hayatımızın %99 u monoton, yani "standart" olsa da geriye dönüp baktığımızda monotonlukları değil, inişleri ve çıkışları, özellikle de en derin ve en yükseklerini hatırlıyoruz.

Büyük başarılar insana özgüven vs. gibi olumlu, ego gibi de olumsuz katkılarda bulunabilir. Benzer şekilde hatalar da olumlu ve olumsuz tkilere sahip (söylememe gerek var mı?). Ama hataarın travmatik etkisi insanı ileriye dönük olarak derinden etkileyebilmekte. Hatanın üzerinden gelmek gerçekten zor bir iş.


Gerek Hollywood sinemasında, gerek Avrupa sinemasında (Avrupa sinemasında daha yoğun hatta) en çok işlenen konulardan birisidir "ikinci şans". Beni en çok etkileyen filmlerden birisi de "Seabiscuit" olmuştur. Hemen hemen tüm karakterlerin (At da dahil) başarısızlıkarın ardıdnan birbirlerine ikinci şans vermeleri klişe gibi olsa da filmin burada atın yarış kazanmasından ziyade bu süreçte yaşananları ele alması önemli bir ağırlık kazandırmış, benim gözümde klişe olmaktan kurtarmıştı.

Geçmişi, özellikle de yaralar bırakan geçmişi unutmak imkansız, unutulmasını beklemek ise zaman kaybıdır. yine bir monolog "Taze başlangıç diye birşey yok, hayat devam eder" derdi başka bir filmde. İnsan, hafızası olan bir varlık, hafıza olmasa bile yaşadığımız derin hüzünler kalbimizin ritmini bile bozabilir, boyle bir gerçeklikte ya saplanıp kalmak ya da duvarı kırmak gerekiyor. Başka ne yapılabiliriz?

http://en.wikipedia.org/wiki/Seabiscuit_(film)



Thursday, March 7, 2013

öteki

Binlerde kilometre uzakta olsan da, telefon etmek için sürekli yanlış saat diliminde olsak da, aklımdan çıkmıyorsan, üzerime üzerime yıkılacak gibi olan dağların arkasında olduğunu bilsem de yine de sana belki bu cuma, belki öteki cuma ulaşacağımı bilmek... Umut insana bu kadar huzur katmalı mı?

Ya da sürekli uzakta olmak zorunda mıyız?


Monday, March 4, 2013

Eski-3

Cebimdeki bozukluklardan bir bandrolsüz şarap alabildiğimi öğrendim tekel bayiinde.

Artık ödemiş olmam lazım bütün yaptıklarımın ya da yapma ihtimalim olan kötülüklerin bedelini. Neden hala bulamıyorum seni?

Sabah yağmur yağdı, rutubet kokan odamdan dışarı çıkıp seni aramak istemedim, başarısız olmaktan bıkmıştım. Yoktun, hatıralarını bile zar zor hatırladığım o andan beri yoktun. On milyonlarca insanın yaşadığı şehirde, binlerce insanın eğlendiği sokakların altında geçen tünelde senden bir şans istediğim anda soluklaştın gözümde. O kadar kendinden emin bir şekilde hayır dedin ki, ben, umudunu yitirmeyece olan ben bile aylarca beslediğin, biterse üşüyeceğimi bildiğim ateşin sönmesini engelleyemedim.

Yokoldun.

Ama şimdi ödedim hepsini. Elimde çabuk sarhoş etsin diye ucuz biramla kapına geldiğim, kızarak da olsa beni içeri aldığın, ısınmam için beni sıcak suyun altına attığın ve ardından pembe havlularınla kuruladığın günden itibaren tüm sevginin bedelini hüznümle ödedim. Daha neden dolaşıyorum, evimden (var mıydı?) uzak buralarda?

Param bitmek üzere, acaba Mert'ten mi istesem?. Beni araştırdığını tahmin ediyorum. "dönmezsen seni kayıp ilan ederim" dediği sürenin üzerinden iki ay geçti. Sonbahar yaklaşıyor, üç kişinin işese sel olacak bu şehirde geldiğimin ikinci gününde yanı açılan ayakkabım bana bunu daha sık hatırlatır.

Neden pembe havlunu hatırladım ki?