Thursday, June 20, 2013

Sokaklar

Sokaklar gaz kokuyordu ve ben seni düşünüyordum.
Buralarda beraberce haykırıp,
Birbirimize sarılacağımız gün bu gün değil miydi?
Ama yoksun.

Belki istanbulun içinde ama uzakta,
Belki kıtanın öteki tarafında, okyanusun kenarında, farklıbir gündesin,
Yoksun.

Sokaklar çığlıklarla doluydu,
Sessiz kalıyordu kalbim bu sesler içinde,
Ne sen duyuyordun her zamanki gibi,
Ne Anadolu.
Ve ben binler, milyonlar içinde yalnızdım yine.

Ve sen İstanbul’daki uzak mahallende,
Ya da Kore yarımadasında,
Bir ihtimal Brezilya’da,
Beni düşündün sadece bir saniye için.

Mavi

Söylediğim saatte geldim ama biraz bekletti beni.

Mesai saatinin bitimi yüzündeki yorgunluğu daha da belirginleştiriyordu. Daha da dikkat ettiğimde, özellikle beni anlamaya çalışırken hareketsiz duruyor ve yaşının getirdiği çizgiler belirginleşiyordu.

Sıcak etkisini yitirmemişti. Açık alana oturmamıza rağmen rüzgar esmiyor, yan masada sigara içen ve kelimeleri uzatarak konuşan kızın etkisi altında kalıyorduk. Dalgındım, aklımda bir gün sonra çıkacağım seyahat vardı. Telefonda konuşuyordu, yine kötü haberler duyuyordu, yüzündeki çizgiler derinleşiyordu ve ben menüden ne yiyeceğime karar veriyordum. Garsona ikinci kez “Daha karar vermedik” demek zorunda kaldım.

Sonra farkettim, hala telefonda konuşuyordu parmağı menüde bir yemeğin üzerindeydi. Telefonu kapatıp siparişini verdi.

Konuşmaya başladıkça gülecek birşeyler bulması kolaylaştı, neşeli demesem de (neşeliyken gerçekten susmuyordu) fena değildi.  Günün yorgunluğu ve duyduğu hastalık haberlerine rağmen zorlada olsa gülümsemeye çalışıyordu.

Ton balıklı salatasındaki ton balığı ve mısır parçalarını yedi, ama doymadığı belli, son mısır tanelerini arıyordu. Yemekten sonra gelen kahvenin yanına neden kurabiye konulmadı diye garsona kızdı. Kahveyi içince biraz daha neşelendi. Onu ilk gördüğümde bende yarattığı gerginlikten bahsettim ve o gün, hemen iki saat sonrasındaki sıradışı neşeli halinin bende bıraktığı “dengesizsin” önyargısından. Savunmaya çalıştı kendini, yine başaramadı.

Veda ederken, zarif mavi elbisesinin asaletini taşımakta zorlansa da arabasına kadar gidebildiğini gördüm.

Karanlık bize evlere gitmemizi, uyumamızı ve sorna tekrar kalkmamızı, bu hayatın döngülerine uymak zorunda olduğumuzu, arada bir yaptığımız kaçamakların aslında sadece geçici ferahlama olduğunu hatırlatıyordu. Sokak lambaları “biraz daha yaşayalım, uyumayalım” diyen insanlar tarafından icat edilmiş ve takılmış olmalıydı. 

Monday, June 17, 2013

Herşeyin bir sonu var.. mı?

Son beş kilometre kaldı. Şu ana kadar hiç yapmadığın birşeyi yapıyorsun, pes etmeyeceksin. Beyninde düşünmek için kalan son enerjiyi onu düşünerek de harcamayacaksın. Attığın her adımın bitiş çizgisine beni yaklaştırdığını biliyorum ve durmak istemiyorum.

Mesafeye bakmayı bıraktım. Ansızım gelsin istiyorum bu sonun. Senden sonra ansızın sonlara alıştım belki. Ama parkuru biliyorum. Başka yokuş yok bundan sonra.

Tüm güzellikler geride kalınca insanın unutması kolaylaşıyor. Güzellikler güzel bile kalmıyor.

Susadım. Şarabın tat bulduğu gecelerin sabahında susadığım kadar susadım. Ama o anlardaki gibi dingin değilim. Aksine yorgunluğum ayak ucumdan kendi kendine kapanan gözlerime kadar hissediliyor.

Seni unutmak yerine seni sevmeyi unutmayı hiç düşünmemiştim. Bu kadar kolay olacağını bilmiyordum.

Bir kalabalık görüyorum, Bitiş çizgisinde ucuz balonlarla yapılacak bir kutlama var. Geride kaldın. Sen yürümeye dahi cesaret edemedin. Kendi halinle memnun olmanın tüm kötü etkilerini yavaşça hissedeceksin.

Ve anladığında ne sen beni göreceksin, ne de ben sana koşacağım.




Özlem

Sokaklar yıkılıyor,
Yüksek sesli düdükler çalıyor, kimler çalıyor bilmiyorum.
Ve ben günlerce ulaşamadığım,
dokunmayı geçtim,
konuşamadığım, duyamadığım,
kısa saçlı,
gülünce gerçekten gülen,
ve beni anlamayınca alık alık bakan,
"seninle hiçbirşey yapmadan durmayı bile seviyorum" diyen..
"Sen"i özledim.

That Black Guitar

Ya da "The Walkabouts-2"

Fena bir parça değil. Beni az çok tanıyan biri zaten bu tür sesleri sevdiğimi tahmin eder. Enstrüman zenginliğini severim.

Biraz dramatik: zaten bestecisi olan Vlado Kreslin'in memleketi itibariyle Yugoslav ezgiler.. Goran Bregoviçi iyi bilen bizlere yabancı gelmez. Walkabouts versiyonunu Ben orjinal versiyonuna göre daha çok beğendim.

Telif melif şeyleri olabilir, youtube link vermedi, ben "elle manuel" ekliyorum, dinlenecek:

http://www.youtube.com/watch?v=YYIA_1SAZ3c

Selamlar, yalnız da olsan iyi uyu.


Wednesday, June 12, 2013

The Walkabouts

Uzaktayken keşfettiğim bir grup. Tindersticks ile benzediğini söylediler. Chamber rock mış yaptıkları.

Bana o müzikal zenginliği veremedi. Ne bekliyordum ki? Yine de bir parçaları isminden dolayı mıdır yoksa bize yakın melodisinden dolayı mı bilmiyorum ama etkiliyor.

Saatlerce yalvarım zorla kaçmaya ikna ettiğim sevgiliyi tren garında beklerken yaşadığım korku geliyor aklıma. İkna edemediklerime teşekkürleri sunuyorum, korkusuz yarınlar diliyorum.
....
Neden eşyalarım bir el çantasına sığıyor? Hafif te oluyormuş. Oysa ben herşeyimin yarısının, belki daha fazlasının onda olduğunu düşünürken... Şimdi treni beklerken, uzaklar için, kafamı çevirip arkaya bile bakmıyorum. Bütün trenler tek bir yöne gidiyor ve hepsi ondan uzaklaşıyor. Bu gece bütün trenler güvenli yönlere kaçıyor. Onu kendi cehenneminde yalnız bıraktığım için bir vicdan azabı çekmiyorum. Bu kadar ısrarımda dünyanın ekseni kaydı, Ağaçlar daha çabuk yeşerdi, kediler verilen yemeklerden daha memnun, İstanbulda daha az trafik oluyor.

Oysa ben sadece ne yaptığını görmesi için ışığı açmak istemiştim. O aynaya bakarken sadece şeklini görüyormuş.

Belki bedeninden başka görecek şeyi yoktu?


Wednesday, June 5, 2013

Tuesday, June 4, 2013

Ev

Çantam ile yaşarım diye düşündüm. Sadece agrandizörüm sığmazdı ama uzunca bir süredir onu da kullanmıyorum. Varlığı güven veriyor, o ayrı.

Evim olmadı hiç. Bir odam, belki.. Ev hayatı bana göre mi, denedim  ama hala bilmiyorum. Haftamın yarısı otellerde geçerken kendi yatağıma gittikçe uzaklaştım.

Senin yanındayken, sendeyken de kendimi bir "ev"de hissetmek istedim. Herşeyin düzenli olduğu, mis koktuğu, yumuşak olduğu evinde bir insanın kendini huzurlu hissetmemesi imkansızdı belki. En güzel yemeklerin piştiği mutfaktan  ayaklara masaj yaparmış gibi döşenen banyo taşlarına kadar bütün o mükemmelliyetçi ama biraz da sade düzenindeki büyük tezatın kendin olduğunu farkediyordun. Çift kişilik yatağında en güzel uykuların yalnız uykular olduğuna inandın, tek kişilik yemekleri çift kişilik tencerelerde yapmanın huzurunu bulmaya çalıştın. Oysa onların doğası öyle değil. Farkındaydın ama kabul edenmiyordun. Eksiktin, tamamlanamayacak kadar.

Senin evindeyken kendimi bir evde hissetmek istedim ama olmadı. Ev huzur demek, huzur gelecekten korkmamak demek. Kaldığım otellerde daha huzurluydum. Gelecek hafta ne zaman geleceğimi tekrar biliyordum, ve daha iyisi oranın bir otel olduğunu biliyordum.

Evine de otel gibi bakmalıydım. Ama yapamadım. Bu yaşımda duygularımı ezip robotlar gibi davranamadım.

Ev, huzurdur. Sen huzurluydun hep, ben tedirgin. Ben misafirdim. Sabah senin için pişireceğim yumurtaları yemeyecek insandın.

Çift kişilik yataktaki çift kişilik battaniyelerin aslında küçük olduğunu ısınma içi sana sarılmak zorunda kaldığımı "artık sana sarılmanın, bozuk otomobille yola çıkmakla eşdeğer olduğu"nu anladığımda farkettim. biraz uzak kaldığımda üstüm açılıyordu ve battaniye senin üzerindeydi. Bencildin.

Ve daha da kötüsü senin gibi yalnız olan mahallen hemen yanı başında olduğu ormandan gelen soğuk üşütüyordu.

Şimdi herşeyin başladığı yerde Durst agrandizörümün üzerindeki tozların gerçekten silinmeye ihtiyaç duyduğunu farkettiğim odamdayım. Akşam yemek yemeği kestiğimden beri mutfağına girmedim, alkolü bıraktığımdan beri içki dolabını açmadım. Ancak küvetlere kimyasalları doldurduktan sonra basacağım ilk fotograf senin fotografın olmayacak bu sefer.

Huzurun fotografı olacak.