Söylediğim saatte geldim ama biraz bekletti beni.
Mesai saatinin bitimi yüzündeki yorgunluğu daha da belirginleştiriyordu.
Daha da dikkat ettiğimde, özellikle beni anlamaya çalışırken hareketsiz duruyor
ve yaşının getirdiği çizgiler belirginleşiyordu.
Sıcak etkisini yitirmemişti. Açık alana oturmamıza rağmen
rüzgar esmiyor, yan masada sigara içen ve kelimeleri uzatarak konuşan kızın
etkisi altında kalıyorduk. Dalgındım, aklımda bir gün sonra çıkacağım seyahat
vardı. Telefonda konuşuyordu, yine kötü haberler duyuyordu, yüzündeki çizgiler
derinleşiyordu ve ben menüden ne yiyeceğime karar veriyordum. Garsona ikinci
kez “Daha karar vermedik” demek zorunda kaldım.
Sonra farkettim, hala telefonda konuşuyordu parmağı menüde
bir yemeğin üzerindeydi. Telefonu kapatıp siparişini verdi.
Konuşmaya başladıkça gülecek birşeyler bulması kolaylaştı,
neşeli demesem de (neşeliyken gerçekten susmuyordu) fena değildi. Günün yorgunluğu ve duyduğu hastalık haberlerine
rağmen zorlada olsa gülümsemeye çalışıyordu.
Ton balıklı salatasındaki ton balığı ve mısır parçalarını
yedi, ama doymadığı belli, son mısır tanelerini arıyordu. Yemekten sonra gelen
kahvenin yanına neden kurabiye konulmadı diye garsona kızdı. Kahveyi içince
biraz daha neşelendi. Onu ilk gördüğümde bende yarattığı gerginlikten bahsettim
ve o gün, hemen iki saat sonrasındaki sıradışı neşeli halinin bende bıraktığı “dengesizsin”
önyargısından. Savunmaya çalıştı kendini, yine başaramadı.
Veda ederken, zarif mavi elbisesinin asaletini taşımakta
zorlansa da arabasına kadar gidebildiğini gördüm.
Karanlık bize evlere gitmemizi, uyumamızı ve sorna tekrar
kalkmamızı, bu hayatın döngülerine uymak zorunda olduğumuzu, arada bir
yaptığımız kaçamakların aslında sadece geçici ferahlama olduğunu
hatırlatıyordu. Sokak lambaları “biraz daha yaşayalım, uyumayalım” diyen
insanlar tarafından icat edilmiş ve takılmış olmalıydı.
No comments:
Post a Comment