Friday, April 10, 2015

Hesaplaşma günü ya da kötü grenler

Günlerden sıradan bir gündü aslında bugün. Güneş beklenen saatte doğup beklenen saatte batarken İDO’nun seferleri hariç şehirde önemli bir değişiklik olmadı. Halkın önemli bir kısmı beklenildiği üzere Cuma akşamı planları yapmıştı, göreceli olarak daha özel restoranlar rezervasyon kabul etmişti. Valelerin izinsiz günüydü, Taksim’e çıkan tüm yollar ve füniküler kalabalıktı. Kadıköyün rengi günün sonunda taksi sarısı olacaktı.

Sabahtan beri içimdeki burukluğun cevabını aramaya çalışırken ben, bir anlamda yine sıradandım. Son bir aydır böyleydim.

Her şey “BirMaraton” ile başlamış ve “She’s gone” dedikten sonra daha güçlü hale gelmişti. Gece gelmiş, dibimde, beni sorguya çekiyordu, ıssız, yorgun beni.

Kadıköy sokakları eski sevgilileri affetmez. Bir şekilde karşılaştırır. Bu gerilimi O da yaşamıştır, yaşayacaktır, bugün ve sonraki günlerde.

Peki neden bütün bu olanlar? Soruyordum.

“Neden bugün Sen, diğer insanlar gibi kafanda gündelik sorunlar değil de böyle çok derinlere, lisede okuduğun Balzac’lara, sonraki Goethe’lere gittin? Tamam, her şeyin dört dörtlük değil bütün bunların bir sebebi olmalı. Kendisine sordun mu? Sormaya cesaretin varmı? Kendisi diyorum ama hangi kendisi. Derdin kiminle?”

Sonra cevaplamaya çalışıyordum.

Bütün derdim neden bu noktada olduğumu bilmemek. Sebebi nedir? “N” ile neredeyse “Ben tamamım” dediğim bir şeyler yaşamaya başlamıştım. Belki bu benim için bir “Tehlikeli Oyun”du ama çayı bazen Ben, bazen O demliyordu. Eşyalarımın önemli bir kısmı ondaydı. Hatta Şule’den ona taşımıştım, malum lojistik sebepler. Benim yerim yurdum mu var? Bütün sıradan günlük sorunları hallettiğimi, artık yeni işime ve yeni hedeflerime rahatlıkla odaklanabileceğime inandığım bir duruma ulaşmıştım. Ya da (eklemekten utanıyorum) “en azından öyle düşünmüştüm”.  Çaylar demleme derecesine göre güzel ya da “standart” olabiliyordu. Bazen garip coğrafyaların garip şaraplarını kırmızı beyaz masa örtüsü ile kaplı (sık sık yıkanırdı) masada içerdik. “N” eğer balık yiyorsak balıkları kafasından öpmeye çalışır, fotoğraflarda ciddiyetsiz dururdu. Tüm güzellikler bizimmiş gibi mutlu olmaya çalışırdık 20 metrekarelik salonda.

Tindersticks’i az dinler olmuştum, bunu bir ruhsal rahatlama olarak yargılamalı mıydım? Caz devam etse de, müzik hiç yetmiyordu sanki. Kulaklıklar uykumda dahi gerekliydi belki masaldan uyanmamak için ama ben "N"nin nefes alışını da sevmiştim. Bütün İstanbul karlar altındaydı ama biz çay demliyorduk, nefes alıyorduk, kombinin kaçı gösterdiğine dikkat etmeden sıcak duruyorduk, 20 metrekarelik salonu olan evde, Bostancı’da.

Bütün bunlar olup biterken arada aklıma Şule geliyordu. Bütün eksik olan şeyleri Şule ile doldurabilir miydim? "N" ile izlediğimiz filmlerde yapmamız gereken ama yapmadığımız yorumları Şule yapabilir miydi? Ya da dinlememiz gerekirken “of, biraz fazla gürültülü değil mi?” diyerek değiştirdiğimiz her bir Art Blakey parçasında bana göz kırpmış olabilir miydi?

Aslında Şule benimle aylarca ve kilometrelerce beraber olduğu için bu tür şeyler normaldi. Atina'ya 150 kilometre kalmıştı, ben Kamena Vourla’da ter içinde bisikletle Atina’ya devam ederken Şule’ye selam göndermiştim. Termopylae kaplıcalarını geçmiştik ve az kalmıştı.. Her şeye az kalmıştı. Ah o "her şey"."

"Ama Şule’den vazgeçip “N”ye giderken, gitmek ne kelime, “N”nin kollarına kendimi atarken bunların hepsini hesaba katmışmıydın?"

Hiçbir şey öyle basit değildi. Uyanmam gereken bir rüyaydı. Bir dala sarılmam gerekiyordu, o an en maceraperest gelen hareketi yaptım. Bu benden beklenendi.
Ben bekleneni yapmaktan haz almam. Toplum kurallarına ters olanı yaparım. Beni biraz olsun tanıyan için “beklenen” işte aslında bu “beklenmeyen”dir.

“N” ile beraberliğim işte bu kırmızı beyaz masa örtüsü üzerindeki şaraplar, Kadıköy’ün ünlü turşucusundan alınan turşular ve her daim demlenen, taze ve garip bitki çaylarından ibaretti. “N” güzeldi, güzellik çekiciydi ve kalıcıydı.

Ama peki “N”nin kendisi kalıcı mıydı. “She’s Gone” sık dinlediğim parça değildi. Tindersticks sürekli konser vermezdi, verdiği konser sayısı benim değiştirdiğim yatak sayısından azdı. Her ne kadar daha önce münferit dinlesem de, "N"nin ani bir dengesizliği ama beklenen hareketi sonucu, kendisinden binlerce kilometre uzaklıktayken bana mesajla “güle güle” demesi sonucunda günlük çalma listesine ekledim.

Gitti. Bitti mi? Bilmem? Ama bilmem gerekiyor. Tüm dünya tek bir yöne dönerken benim farklı düşüncelere, farklı sonuçlara neden tahammülüm olsun?

Kalıcı olmamasını incelemeye çalıştım. Freud ve Lacan yardımcım oldu; sağıma ve soluma oturdular. “N” ile ilgili olarak neler sorundu analiz ettik. Adamların işi bu değil mi?

Birincisi “N” çok güzeldi. Bunu dünya gözü ile gören herkes söyleyebilirdi. Benim de “N”den etkilenmeme tamamen bir sebep olmasa da önemli bir sebepti. Güzelliğin insanın peşinde koştuğu bir şey olduğunu hangimiz yargılar? Aksini söyleyen kendisini insanlığa karşı yargılayandır. Ama güzellik çirkinliği örten bir perde de olabilir? Ayrıca “N”nin güzelliğinin her konuşmada, iltifatta, yorumda, haberde ön planda olması bir yere kadar (çok uzak bir yer değil) kabul edilebilir olsa da bireyin kişiliğini etkileyen bir yargı olduğu için pek öyle kabul görür bir davranış değildi. Ben N”nin güzelliğinden etkilenmiştim ama onun güzelliği benim için aynalardakinden ya da daha önemlisi, benim greni bol fotoğraflarımdaki o “N”den çok daha fazla anlamlara sahipti.

“N”, güzelliğinin getirdiği ilgiden rahatsızdı. Ve benim de böyle bir ilgiyle onunla olduğumu düşünüyordu. Bunun kendisine ve bana bir hakaret olduğunu asla kavrayamadı.

İkincisi “N” pek tanınmamıştı. “N” ile ilişki bir garipti. İlk gün farklı bir evrene dalış gerçekleştirmiştik. İkimizin de veda etmemiz gereken önemli ilişkilerimiz vardı. Yeni gün iki çıplak bedene sürprizler hazırlamıştı ama bunu sürpriz kılan şey hayatın gerçekliği değil, bir önceki gecede yaşananlardı. Ama acaba “N” yarın ne hissedecekti. Ya bütün bunları birden “olmadı ki?” diyerek unutmaya mı çalışacaktı. Ben kadınlara olan inancımı asla bir sabitliğe ulaştıramadım, bu yaşımdan sonra da teori üretmek istemiyorum, kısacası öyle bir şey yok. Kadınlara inanç yoktur, ama kadınlar vardır. Kadınlarla ortak yaşam vardır.

Sonuç olarak sarı ve siyah saçların buluştuğu bir yatakta yalnız uyuyorum ben.

Bütün bunlar beni nereye yaklaştırdı bilmiyorum ama beni eski halimden uzaklaştırdığı bir kesinlik. “Buldumu kaçırma oğlum” diyen büyüklerimizin izinden gitmeyeli çok oldu ama yatağıma giren çokça kadın var, hangisinin bu kadar saç teli kaldı? Ben yaptıklarımın doğru ya da yanlış olduğunu sanırım artık umursamaya başlıyorum. İsimlere başharfinden daha fazla özen göstermem önemli.

Şule Nisan ortasında soğuyan Kadıköy sokaklarında mutsuz, ilerliyor. Kadıköyde neden bir düzen var? Neden sabaha kadar açık mekan hiç yok? “Before sunrise” filmini Kadıköy’de çekmeyeceğimizi üzülerek insanlığa duyuralım. Yarın gazete ilanını vermekle kim uğraşır bilmiyorum.



No comments:

Post a Comment