Günlerden sıradan
bir gündü aslında bugün. Güneş beklenen saatte doğup beklenen saatte batarken
İDO’nun seferleri hariç şehirde önemli bir değişiklik olmadı. Halkın önemli bir
kısmı beklenildiği üzere Cuma akşamı planları yapmıştı, göreceli olarak daha özel
restoranlar rezervasyon kabul etmişti. Valelerin izinsiz günüydü, Taksim’e
çıkan tüm yollar ve füniküler kalabalıktı. Kadıköyün rengi günün sonunda taksi
sarısı olacaktı.
Sabahtan beri
içimdeki burukluğun cevabını aramaya çalışırken ben, bir anlamda yine
sıradandım. Son bir aydır böyleydim.
Her şey “BirMaraton” ile başlamış ve “She’s gone” dedikten sonra daha güçlü hale gelmişti.
Gece gelmiş, dibimde, beni sorguya çekiyordu, ıssız, yorgun beni.
Kadıköy sokakları
eski sevgilileri affetmez. Bir şekilde karşılaştırır. Bu gerilimi O da
yaşamıştır, yaşayacaktır, bugün ve sonraki günlerde.
Peki neden bütün
bu olanlar? Soruyordum.
“Neden bugün Sen,
diğer insanlar gibi kafanda gündelik sorunlar değil de böyle çok derinlere,
lisede okuduğun Balzac’lara, sonraki Goethe’lere gittin? Tamam, her şeyin dört
dörtlük değil bütün bunların bir sebebi olmalı. Kendisine sordun mu? Sormaya cesaretin
varmı? Kendisi diyorum ama hangi kendisi. Derdin kiminle?”
Sonra cevaplamaya
çalışıyordum.
Bütün derdim
neden bu noktada olduğumu bilmemek. Sebebi nedir? “N” ile neredeyse “Ben
tamamım” dediğim bir şeyler yaşamaya başlamıştım. Belki bu benim için bir “Tehlikeli
Oyun”du ama çayı bazen Ben, bazen O demliyordu. Eşyalarımın önemli bir kısmı
ondaydı. Hatta Şule’den ona taşımıştım, malum lojistik sebepler. Benim yerim
yurdum mu var? Bütün sıradan günlük sorunları hallettiğimi, artık yeni işime ve
yeni hedeflerime rahatlıkla odaklanabileceğime inandığım bir duruma ulaşmıştım.
Ya da (eklemekten utanıyorum) “en azından öyle düşünmüştüm”. Çaylar demleme derecesine göre güzel ya da “standart”
olabiliyordu. Bazen garip coğrafyaların garip şaraplarını kırmızı beyaz masa
örtüsü ile kaplı (sık sık yıkanırdı) masada içerdik. “N” eğer balık yiyorsak
balıkları kafasından öpmeye çalışır, fotoğraflarda ciddiyetsiz dururdu. Tüm
güzellikler bizimmiş gibi mutlu olmaya çalışırdık 20 metrekarelik salonda.
Tindersticks’i az
dinler olmuştum, bunu bir ruhsal rahatlama olarak yargılamalı mıydım? Caz devam
etse de, müzik hiç yetmiyordu sanki. Kulaklıklar uykumda dahi gerekliydi belki
masaldan uyanmamak için ama ben "N"nin nefes alışını da sevmiştim. Bütün
İstanbul karlar altındaydı ama biz çay demliyorduk, nefes alıyorduk, kombinin
kaçı gösterdiğine dikkat etmeden sıcak duruyorduk, 20 metrekarelik salonu olan
evde, Bostancı’da.
Bütün bunlar olup
biterken arada aklıma Şule geliyordu. Bütün eksik olan şeyleri Şule ile
doldurabilir miydim? "N" ile izlediğimiz filmlerde yapmamız gereken ama
yapmadığımız yorumları Şule yapabilir miydi? Ya da dinlememiz gerekirken “of,
biraz fazla gürültülü değil mi?” diyerek değiştirdiğimiz her bir Art Blakey
parçasında bana göz kırpmış olabilir miydi?
Aslında Şule
benimle aylarca ve kilometrelerce beraber olduğu için bu tür şeyler normaldi.
Atina'ya 150 kilometre kalmıştı, ben Kamena Vourla’da ter içinde bisikletle
Atina’ya devam ederken Şule’ye selam göndermiştim. Termopylae kaplıcalarını
geçmiştik ve az kalmıştı.. Her şeye az kalmıştı. Ah o "her şey"."
"Ama Şule’den
vazgeçip “N”ye giderken, gitmek ne kelime, “N”nin kollarına kendimi atarken
bunların hepsini hesaba katmışmıydın?"
Hiçbir şey öyle basit değildi. Uyanmam
gereken bir rüyaydı. Bir dala sarılmam gerekiyordu, o an en maceraperest gelen
hareketi yaptım. Bu benden beklenendi.
Ben bekleneni
yapmaktan haz almam. Toplum kurallarına ters olanı yaparım. Beni biraz olsun
tanıyan için “beklenen” işte aslında bu “beklenmeyen”dir.
“N” ile
beraberliğim işte bu kırmızı beyaz masa örtüsü üzerindeki şaraplar, Kadıköy’ün
ünlü turşucusundan alınan turşular ve her daim demlenen, taze ve garip bitki
çaylarından ibaretti. “N” güzeldi, güzellik çekiciydi ve kalıcıydı.
Ama peki “N”nin
kendisi kalıcı mıydı. “She’s Gone” sık dinlediğim parça değildi. Tindersticks sürekli konser vermezdi, verdiği konser sayısı benim değiştirdiğim yatak
sayısından azdı. Her ne kadar daha önce münferit dinlesem de, "N"nin ani bir
dengesizliği ama beklenen hareketi sonucu, kendisinden binlerce kilometre
uzaklıktayken bana mesajla “güle güle” demesi sonucunda günlük çalma listesine
ekledim.
Gitti. Bitti mi?
Bilmem? Ama bilmem gerekiyor. Tüm dünya tek bir yöne dönerken benim farklı
düşüncelere, farklı sonuçlara neden tahammülüm olsun?
Kalıcı olmamasını
incelemeye çalıştım. Freud ve Lacan yardımcım oldu; sağıma ve soluma oturdular.
“N” ile ilgili olarak neler sorundu analiz ettik. Adamların işi bu değil mi?
Birincisi “N” çok
güzeldi. Bunu dünya gözü ile gören herkes söyleyebilirdi. Benim de “N”den
etkilenmeme tamamen bir sebep olmasa da önemli bir sebepti. Güzelliğin insanın
peşinde koştuğu bir şey olduğunu hangimiz yargılar? Aksini söyleyen kendisini
insanlığa karşı yargılayandır. Ama güzellik çirkinliği örten bir perde de
olabilir? Ayrıca “N”nin güzelliğinin her konuşmada, iltifatta, yorumda, haberde
ön planda olması bir yere kadar (çok uzak bir yer değil) kabul edilebilir
olsa da bireyin kişiliğini etkileyen bir yargı olduğu için pek öyle kabul görür
bir davranış değildi. Ben N”nin güzelliğinden etkilenmiştim ama onun güzelliği
benim için aynalardakinden ya da daha önemlisi, benim greni bol fotoğraflarımdaki o
“N”den çok daha fazla anlamlara sahipti.
“N”, güzelliğinin
getirdiği ilgiden rahatsızdı. Ve benim de böyle bir ilgiyle onunla olduğumu
düşünüyordu. Bunun kendisine ve bana bir hakaret olduğunu asla kavrayamadı.
İkincisi “N” pek
tanınmamıştı. “N” ile ilişki bir garipti. İlk gün farklı bir evrene dalış gerçekleştirmiştik.
İkimizin de veda etmemiz gereken önemli ilişkilerimiz vardı. Yeni gün iki
çıplak bedene sürprizler hazırlamıştı ama bunu sürpriz kılan şey hayatın
gerçekliği değil, bir önceki gecede yaşananlardı. Ama acaba “N” yarın ne
hissedecekti. Ya bütün bunları birden “olmadı ki?” diyerek unutmaya mı
çalışacaktı. Ben kadınlara olan inancımı asla bir sabitliğe ulaştıramadım, bu
yaşımdan sonra da teori üretmek istemiyorum, kısacası öyle bir şey yok.
Kadınlara inanç yoktur, ama kadınlar vardır. Kadınlarla ortak yaşam vardır.
Sonuç olarak sarı
ve siyah saçların buluştuğu bir yatakta yalnız uyuyorum ben.
Bütün bunlar beni
nereye yaklaştırdı bilmiyorum ama beni eski halimden uzaklaştırdığı bir
kesinlik. “Buldumu kaçırma oğlum” diyen büyüklerimizin izinden gitmeyeli çok
oldu ama yatağıma giren çokça kadın var, hangisinin bu kadar saç teli kaldı?
Ben yaptıklarımın doğru ya da yanlış olduğunu sanırım artık umursamaya
başlıyorum. İsimlere başharfinden daha fazla özen göstermem önemli.
Şule Nisan
ortasında soğuyan Kadıköy sokaklarında mutsuz, ilerliyor. Kadıköyde neden bir
düzen var? Neden sabaha kadar açık mekan hiç yok? “Before sunrise” filmini
Kadıköy’de çekmeyeceğimizi üzülerek insanlığa duyuralım. Yarın gazete ilanını
vermekle kim uğraşır bilmiyorum.
No comments:
Post a Comment