Wednesday, July 17, 2013

Giderayak

Samimiyetsiz kahve teklifine cevap vermezken çok rahat olduğumu mu zannediyordun. O sokaktan son geçişimde ayağımın titremediğini mi zannediyordun?

Yarım kaldı. Senin aklın gibi yarım kaldı herşey. Anlamalıydın ama daha yarısındaydın, inanmalıydın ama daha varlığını kavrayamadın bir duyguyla başbaşaydın.

Ve senin bu zayıflığın, diğer zayıflıkların gibi aklıma üstadın senden çok daha büyük meseleler ile ilgili yazdığı şiirini getirdi..



Güller dizildi tepsiye 
ama taştan fincan oyulamadı. 
Sevdalara doyulamadı.
 


Gülleri tepsiye, çiçekliklere hatta severek aldığın lalerin arasına sakladım. Tanrı emri gibi çalıştığın karanlık işyerlerine gönderdim, güllerin en mutsuz olacağı ücra yerlerde. Ama olmamış, Belki de seninle uyuduğum ikiyüzeliyedinci gece sana normalden daha az, yani sadece 7 saat sarıldığım için oldu bunlar.

Belki sen de haklıydın, ben haketmiştim. Zaten kahvelerin yeterince sert olmuyordu.


Friday, July 12, 2013

Şimdi

-Benimle evlenmeyi hiç düşündün mü?
-Evet,
-Sonra?
-Sonra bir daha düşündüm, bir daha, bir daha ve işin içinden çıkamadım. En sonunda düşünmemeye karar verdim.

En azından dürüsttü ve elimdeki Londra biletine sebep olmuştu. Şimdi ben onun kokusunu hissetmeyeceğine emin olduğum topraklara kaçacaktım. Belki daha da ötesi. Aklımın bir köşesinde beni sevmemesine rağmen sanat eseri peynir tabakları, aldığımız şaraplara aynı yorumlar, uyurken bana sarılma çabaları duruyorken kendimi onun beni sevmediğine inandırmak nasıl olacaktı. Gerçeğin ne olduğunu unutalı, onun bana "barış çubuğu"nu uzatalı 8 ay olmuştu.

Zorlandığım soruda cevabı boş bırakmak yerine sallamış oldum. Tutmadı (sanırım). Sonucunda elimde bu köhne kırmızı beyaz biletle dış hatlar terminalinde bekliyorum şimdi.

Thursday, July 11, 2013

Anlamak

Sonra anladım.

Sonra anladım beni sevmediğini.

Zaten zorla söylettirmeye çalıştığım anlarda dahi söylemiyordun. Sevişirken dahi söylemiyordun.

Ve sonra anladım aldatmak bu olsa gerekti. bu kadar kolaydı. Aklında kim bilir ne vardı, unutumadığın insanlar, işinde yaşadıkları vs. vs. Ama burada sanki "benim" olmuş gibiydin.

Değildi. Bir kez daha olayı basit bir şekilde düşünemedin.

Geç de olsa anladım. Anladıktan sonra aylardır kafamı tırmalayan tüm soru işaretleri çözüldü. "orada neden öyle davrandı" sorusu çözüldü.

Ve anladım, kullanılmıştım, seni kullanmayı becerebilseydim pişman olmayacaktım.

Yenmek

"Kanseri yenmiş birisisin, bunu mu atlatamayacaksın" dedim. Güldü. Son günlerde onu motive etmek için çok kullanıyordum.

"Evet yahu, kanseri yenmek düşünsene, tıpkı maratonu bitirmek gibi" dedi. Ciddi miydi yoksa laf mı atıyordu anlamadım. Gülümsediğini farkettim. Aradaki binlerce kilometreden olsa gerek, sesi bir iki saniye geç geliyordu yaptığımız konuşmada.

"Son metrelerde seni düşündüm" dedim. "İlk metrelerde kimi düşündün?" diye sordu. "Dostoyevski'yi" dedim. Yine gülümsedi. Gülümsemişti ve ben saniyeler sonra duyuyordum ve ona eşlik ediyordum. "Sonra Pushkin'i ve onun heykellerini, ve sonra güzel Neva'yı, fastfood dondurması şeklindeki kubbeleri olan katedralleri, bu şehirde caz yapan müzisyenleri, yüzüne baktığımda gülümseyen sarı tenli kızları, troleybüs şoförlerini ve kondüktörlerini ve onların sürekli telden ayrılan boynuzlarını düşündüm".


Monday, July 8, 2013

Koku

İnce bedenine sarılıp o sıcak battaniye altında,
uzak yoldan hafriyat kamyonları moloz taşırken,
ve açık unuttuğun camdan rüzgar dolarken,
Ben hep senin kokunu hissettim.

Sen uyurken ben her saat başı,
Belki uykunda beni anlarsın diye,
kulağına fısıldadım,
Günde yüz kez söylediğim şeyleri.

Friday, July 5, 2013

Robin

En sevdiğin barda,
Yanimdaki masadan bir adam,
"Sana gelecek olan var mi kardeşim?" diye sorduğunda,
anladim.
O inaniyordu senin gelmeyeceğine.
Ama ben inanmak istemiyordum.

Tuesday, July 2, 2013

дом №: 7

Griboyedova kanalı üzerindeydi. Yürümekten yorulduğumuz bir günün akşamında (akşam sadece saat üzerindeydi Petersburg'ta) yeniden diriliş kilisesini arkamıza alıp otelimize dönerken gördüm orayı.

Yeşil tabelası güzeldi. Haftalık programına baktım Dom 7'nin (Home 7 anlamında), daha sonra programın haftalık değil aylık olduğunu farkettim. Küçük jazz mekanı nasıl aylık plan yapabilirdi ki? Ekipler beklediğim gibi Vasiliy'in kuarteti, İvanov ve arkadaşları, jam sessionlar vs. "yarın gelelim" dedik.

Yarın oldu, Hermitage müzesinin önünde güneşin batmasını bekledik güzel bir fotoğraf için, önce batmadı. battığında ise geç oldu. Yine de gittik ancak toparlanmışlardı. başka bir yarın için rezervasyon yaptık.

Yine yarın olmuştu, akşam saati geldiğinde oradaydık. Gruptan önce çıktık ön masamızdaki yerimize.

Beni bilenlerin bazıları İstanbulda da böyle yerleri sevdiğimi bilir. Hatta birinin müdavimi olduğumu söyleyenler dahi var. Dom 7 de böyle bir yerdi. Bir iki seviye daha profesyonel gibiydi, ama fiyatları ucuzdu, jazz batının arabeskiydi, bunu anlamadı jazz'ı malt viski ile dinlemek zorunda hisseden ama jazz'ı bir türlü hissedemeyen bazılarımız. Ve Petersburg ilginç bir şekilde jazz merkezlerinden biriydi. Bir kaç ay öncesinde TRT Radyo-3 de duyduğumda ben de şaşırmıştım.

Tromboncu S. Dolzhenkov'un kuarteti vardı. 20. yy jazzı yaptılar. Tatlıydı, sakindi, cuma akşamında ısmarladığım Güney Afrika Rhino kırmızı şarabının etkisiyle bir anda ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. Bir haftadır Rusyada idim, onca yorgunluktan sonra kendimi bu kadar hafif hissedeceğim aklıma gelmezdi.

Baterist yeni bir zil taktı, Ziljian markaydı, İstanbul burada yine peşimi bırakmıyordu. Ben ondan ve ondakilerden biraz olsun uzaklaşmak istemiştim. Bateri tısları yerine piyanoya odaklandım.

Hayatım büyük tekrarlardan mı oluşuyordu diye endişelendiğim bu günlerde aklıma gelen onlarca şey enstrümanların sesleri arasında sıkışıyordu ve müziği onlarla sindiriyordum. Bir yıl önceydi, iş çıkışı kaçmıştım bir arka sokak mekanına, içerde tek başınaydım, başgitarist, o an büyük talihsizlik olarak gördüğüm gri tişörtü terden renk değiştirmiş bir şekilde gitarla sohbet ederken ve ben saymayı unuttuğum içkimi içerken de aynıydım. Orada sadece benim alkışlarım ve o alkışların akustiği iyi olmaan mekandaki ufak yankıları vardı.

Şimdi de öyleydi, tek ortak yönümüz aynı yaşam alanında bulunmak olan insanları saymazsak.

Arka penceredeki ışığa dikkat, saat 23:00




Monday, July 1, 2013

Ustam

Ayaklarım titremeye başlamıştı fikri aklıma getirdiğimde. Sportivnaya istasyonundan indikten sonra normal yürüyemediğimi hatırlıyorum.

Küçüktüm. Annem ev işleriyle uğraşırken müzik dinlediği zamanlarda Bursa'da sol müzik yayını yapan radyo istasyonunu dinliyordu. Bir toplantı, söyleşi gibi yapılacak bir etkinlik vardı. Seminer kelimesini kullandıklarını sanmıyorum. Edip Akbayram'ın sesinden ya da başka birinden ismi memleket ile anılan bir şey çalıyordu. İçinde memleket olunca türkü diyesim gelir.

Elimdeki haritaya göre doğru yöne gidiyorduk. Yine de orada bir kadın görevliye sorduk, Türk olduğumuzu nasıl anladı bilmiyorum ama mezarlığı tarif etti hemen. Bir taraftan da istersek bilet alabileceğimizi ve orada bulunan manastırı gezebileceğimizi söyledi.

Lisedeydim. Yatakhanede kitabını buldum. mehmetçiğin kahramanlıklarından bahsediyordu. Kurtuluş savaşından tabiki. Bu topraklarda insanların kendi vatanı için yaptığı ve öldüğü bir kaç savaştan biri.

Sonunda Novodevich mezarlığına gelmiştik. Çok fazla tanındık kişinin mezarı vardı. Ama Tolstoy bekleyebilirdi. Hareket etmekte zorlanıyordum. Başka bir Türk bizi yönlendirdi. yorgundum, gece çok az uyumuştum, dinlenip de mi gelmeliydim? Elimde çiçek yoktu. Kıyafetim uygun değildi. Ne yapıyordum ben? Elinde karanfillerle mezara koşan bir kız çocuğu gördüm. Kimin mezarı olabilirdi? Gogol'un soyundan mı geliyordu? Hava kapalıydı ama yağmıyacaktı, yerler sulama fıskiyeleri sebebiyle ıslaktı, Uzakta siyah giyinen kadınlara bakmadım, kalabalıklardı. Gelmiştik.
--
Gelmiştik o meşhur anıtının yanına. Ben kime koştum ki Sana koştuğum gibi?

Başım o kadar eğikti ki, benden az önce geldiğini belli eden iki karanfilin kokusu burnumdaydı. Başım o kadar eğikti ki gözyaşlarım yanağıma değmeden toprağını suluyordu ve Sen, mezar taşına benden önceki ziyaretçinin bıraktığı kağıttaki uzun notu okuyup beni dinlemeye fırsat buldun mu bilmiyorum ama ben Seni özlemişim.

Ben hamurumun yoğrulduğu topraklardan binlerce kilometre uzakta, o toprakları en çok seven adamın yanında onun hala devam eden esaretine ağlıyordum. Ben bir kişinin sevgisinin binlerce yobazın nefretiyle savaşmasına ve yenilmemesine ama yine de o yobazları yenememesine ağlıyordum.

Ben, Senin anlaşılmamana ağladım daha sonra. Ve hemen sonra aslında anlaşıldığını ve insanlara zülmetme konusunda başarılı iktidar sahipleri tarafından ne kadar tehlikeli görüldüğün için uzaklarda, bu sakin, yeşil fakat kışları buz gibi kesen soğuğa sahip, toprağından çıkan suyu Anadolunun en pis ırmağına değiştirmeyeceğin topraklarda uyuduğunu anladım ve bu beni daha da yaraladı.

Ben Sana gelmiştim. Sen huzurluydun belki de. Babandan aldığın ismin bile Türkçe harflerle yazılmamıştı ama mutluydun, öyle olsun diye hissettim. Çünkü Sen ölmemiştin.: sadece uyuyordun, insanlar yine Senden bahsediyor, Seni konuşuyor, Senin dediğini tartışıyor ve Seni seviyordu. Bu ölüm değildi.

Ben Sana gelmiştim. Sen beni kucakladın.