Saturday, December 29, 2012

Soğuk

Yeni aldığım dijital makineye hala alışamadım, yabancı geliyor, almamalı mıydım? En kötü albümü bile on kez dinlersen sevebilirsin demişti bir arkadaş, albüm olmasa da başka alanlarda tekrarlama ile sevilebileceğini anlamıştım. Bakalım..

Sunday, December 23, 2012

Gren 2.

Noktalar yapboz gibi tekrar dağıldı, ben kum tanelerinden kimi zaman bir portre, kimi zaman bir akış resmettim.

Portre dediysem de o da bir akış. Sen bana poz verdiğinde sabit kaldığını düşünsen de aslında kafanda çok şey geçiyordu. Neler düşündüğünü asla öğrenemedim ama en azından,  o zamanki tahminimde yanıldığımı çok sonraları anladım.

Yanlış bir zamanı resmetmiştim belki bu kum tanecikleriyle. Sevmiş olsam da, başarızdı bu eser.




Oysa kafandan geçenleri daha iyi anlatabilirdim hareketli bir fotoğrafla, insana dinginlik veren bakışın yanıltıyor fotoğrafa bakanı, kaosu bu şekilde resmetmem ben.

Biraz daha hareketli olmalısın artik benim 35 mm'lik çerçevelerimden 1mm'lik yer kapabilmek için ama. Sen uyurken bile benden şüphelendiğin sürece artik durgun fotoğrafın yok, kalbin ve aklin gibi bulanık olacak ya da hiç olmayacak.

Koşmalısın, çok koşmalısın ki ben hareketi göreyim. Işıklar süzülsün ardından, ama yetişemesin sana karelerimde.


Sonsuz bir hareket olduğunu kabul ediyorum. Bütün bunların arasında sıkışmış ve beni düşünüyorsun belki de, umutsuzca. Hiç mi gücün kalmadı? Adim atmaktan bu kadar mı korkuyorsun, pes etmek bu kadar mı tatlı? Kaybetmenin hafifliği güzel,  biliyorum ama kazanacakken bunu yapma.

Uzattım yine, sonra fazla pozlanmış olduğunu anladığım bir fotoğraf oluyorsun, beyazlar her tarafında, bir tek gözlerin ve diğer vurguların beli.




Karanlık bir adamım ben, biliyorsun. Sen, sabah uyandığında kalın siyah perdeyi sonuna kadar açan  (çıplakken sadece yarısını açıyordun, kabul) birisi olarak karanlıklığımla ne kadar katlanabilirdin ki? Beni aydınlatmak için mi kolumdan tuttun sürükledin güneşli Karadeniz plajlarına (Marmara pisti, evet)  götürdün? Ayaklarımız kumlara gömülü fotoğraf çektin her dokunuşunda beni hatırladığına yeminler edebileceğim fotoğraf makinenle?

Aydınlanmadım diye mi vazgeçtin çabandan? Ege güneşi belki de buna sebepti.

Dedim ya, sen artık kaossun. Tek bir anlamın yok, tek bir güzelliğin yok. Seni seçemiyorum bana sunduğun farklı zamanların arasından.



Seni sana bıraktım. En sevdiğin insana. En sevdiğin yalnızlığına. Evi ısıtmak için daha fazla doğalgaz faturası ödemeye mecbur bıraktıysan beni, senin durumunu hiç düşünemiyorum, onca sıcaklığına rağmen üşüyen birisini.




Saturday, December 22, 2012

Geç.

Yazdım, aklımın bir köşesinde sen varsın. Saatin kaç olması ile ilgili değil bu mevzu. Kaç kez telefonu elime aldım yine bugün ve aynı kez bırakmak zorunda kaldım. Arasam, sana ulaşsam sesini duysam, gözlerimi kapatsam en azından ilk olumsuz kelimelerine kadar güzel geçer mi?

Kaç kez cesaret etme çabasına girdim kapına gelmeye. Adını tam hatırlamadığım sisteni bulabilir miyim, güvenlik görevlisi ile münakaşaya girmeden daire numaranı öğrenebilir miyim, kapında bekleyebilir miyim?

Hava da soğuk, kapında beklersem donar mıyım?


Kısaltma

Adını üç harfe indirdiğim andan itibaren,
İnanılmaz zaman kazandım.

Thursday, December 20, 2012

Sabah 2


Bekledim,
Soğuk masada duran sıcak çay bardağına sarıldıkça,
Daha da bekledim.

Gelmedin.

Resepsiyona sordum, garsonlara sordum,
Tüm odalara tek tek bakmaya cesaret edemedim,

Yoktun.

Ve sonra, daha da soğuk olan dışarı çıktığımda,
Ve buz tutan betonun soğuğu,
Ve esen rüzgar beni çarptığında,

Önce soğuktan hafifçe titreyen ince bacaklarını,
Daha sonra aceleci fakat kayıtsızca bakan yüzünü farkettim.

Wednesday, December 19, 2012

Sabah

Sabah tekrar seni bekliyor olacağım.
Olanca kırılganlığınla sıcak çay bardağına sarılışını,
yiyeceğin iki zeytin tanesinin yüzünü biraz gülümsetişini,
ve bütün bu yorgunluğa,
şişen gözlerine,
dağılan ve bir türlü toplamadığın saçlarına rağmen,
ezbere okunan yeminler gibi,
yapay zindelikle masadan kalkıp,
işine, en sadık sevgiline gidişini izleyeceğim.

Thursday, December 13, 2012

Gren



Fotoğrafla uğraşan birçok insan gren denilen şeyin ne olduğunu bilir. Ama yanlış da bilebilir. Öncelikle dijital fotoğrafta gren diye birsek yoktur, yüksek hassasiyette (ISO) çekilen fotolarda oluşan noktalara gürültü (noise) denir. Gren ise kimyasal bir olaydır ve sadece fotoğraf filminde oluşur. Fotoğrafın noktalardan oluştuğunu düşünelim, iste bu her bir noktaya gren diyoruz.

Daha fazla teknik açıklama yapmayacağım.

Özellikle iri grenli (coarse grain) fotoğraflar bana fırça darbelerini hatırlatıyor. Sert darbelerle oluşturulmuş bir fotoğraf kazınarak oluşturulmuş tarih öncesi kabartmaları hatırlatır. Ve çamurdur aslında ilk akla gelen, çamurla yapılmış bir fotoğraf,

Neden çamur?
Ben de çok defa sordum, neden çamur diye. Özellikle bayat film performanslarında grenler o kadar büyük oluyor ki, bazen fotoğrafta detaylar belli olmuyor. Bu bahsettiğimi ilford fp4 de ya da tmax larda bulamazsınız. Bunu 6400 ISO ya "push" edilmiş hp5 de ya da Kodak 3200de ya da aşırı zorlanmış ilford delta da bulabilirsiniz siyah beyaz (sb)’da. Renkli için ise kullanma talihini en az 5 yıl geçmiş herhangi bir renkli filmde.

Ben çektiğim nesnede asla detay aramadım. Fotoğrafı elime aldığımda aklıma gelen, düşlediğim, özlediğim sadece yitirmiş olduğum o andı.

Öyle bir an ki deklanşöre basarken neler hissettim… Bana bu dünyayı bir kez yaşamak yetmiyor. Deklanşöre bastığım o anı, sonsuza dek yaşamam gerekir. Neden dijitalle aram iyi değil? Dijital fotoğrafta o anı tekrar yaşama imkanım yok. Ben fotoğrafa bakarken o anı tekrar yaşamam. Çünkü bakmak bana göre değil. Benim gözlerim elimde, emeğimde. Bir analog fotoğrafı yıkamak ve sonrasında baskıya almak, sadık dostum Durst ile tekrar görüşmek, biraz Tindersticks (Ritüel 2) ve hatta biraz Rituel 3 (biliyorum hala yazmadım) eşliğinde o anın tekrar varoluşunu görmek. Bu dünyada bundan daha güzel ne olabilir? Aklınıza başka güzellikler geldiyse, evet, en az onun kadar güzel. Bu yüzdendir ki sevdiğim ile karanlık odaya girersem sonunun oraya varması normaldir.

Gizemli. Hala gizemli. Tüm kimyasal denklemleri bilsem de bu grenlerin tek oluşması gizemli. Bu grenlerden o anin, o duygunun yeniden oluşması daha da gizemli. En önemli gizem ise nasıl olur da buna tekrar ve tekrar ihtiyaç duyarım. İki sene önce sabaha kadar 3 film bastım. O gece ağladım, defalarca dokundum ıslak fotoğraflara, sonra güldüm karışık duygularla. Ama yine de "golden shot" etkisini vermedi, tüketmedi beni, kendisini tükendirmedi. Saygımı hak etti.

Ve grenlerin oluşturduğu her kare kutsal oldu benim için şeytanin fotoğrafını çeksem bile kutsallaştırabilirdi onu.

Tuesday, December 11, 2012

Eşya


Bu günün geleceğini hiç düşünmemiştim. Bu noktaya varılacağını. Belki aramızdaki o güzel paylaşım bitecekti, buna inanırdım ama sonunun böyle kötü olacağını, saygısızca biteceğini, hayır.

Haftalar öncesinde o kötü telefon konuşmasında, her şeyin en dibe atıldığı o konuşmadan sonra zaten yaralı imparatorluğum iyice hasar aldı. Yıkmaktan başka bir çarem mi vardı? Sen de zaten bunu istemiyor muydun?

Tam bir hafta önce sabah gelmiştim. Hatırlamadığım sürece beklemiştim kapında. İçinde boğazın en sakin yerinde “Ankara romantizmi” yaptığımız otomobilinin önündeyken yaşlanmıştım. Arka koltukta yine ayakkabıların vardı. Şimşeğin parlamıyordu, üzerinde sabahın nemi mi vardı yoksa o da mı üzgündü.

Tüm ümitlerimi defalarca yitirmişken, artık kafama kazınmıştı, olmuyordu. Bir gelecekten bahsetmiyordum, olmuyordu, anlamıyordun. Anlayıp da anlamazlıktan gelmiyordun. Kafan basmıyordu, kalbini aldırmış gibiydin. Bana başka çare bırakmamıştın.
----

Şimdi evdeyim. Kanepenin altından eşyalarını çıkarttım. Unuttuğun diş fırçanı ve birkaç ıvır-zıvır eşyanı da buna koydum.

Bir çift ayakkabın vardı kutusunda, onları da aldım. Vücudunun her detayı gibi ayaklarını da hatırladım. Biraz büyük müydü?

Senin “bendeki eşyaların” bunlar mıydı sadece? Düşündüm… Daha fazla bir şeyler olmalıydı... Sabah yediğim yumurtanın kabuğunu hala atmamıştım. Hani ben sana yumurta soyan tek erkektim ya? Sen bunu çok büyütmüştün (senin duygusuzluğundaki birisi ne kadar büyütürse artık), ben ise sevgimi kattığımı söylemiştin (sen orasında değildin belki de?). Bu kabuklar da senindi. Canını acıtmak mı istiyordum bilmem. Bütün bunların soğuk sabah rüzgarı gibi yüzüne vurmasını istiyordum (bundan da hoşlanırdın evet)

Ve istiyordum her şeyin başladığı ilk zamanlardan kalan üç beş hatıramızdan birini, kayda aldığımız fotoğraf röportajını da iade etmeliydim. Çay bardağı ve insan sesleri arasından seçiliyor tatlı sesin (hala tatlı diyebiliyorum).

Sen: Hadi başla, başla
Ben: Hımm, peki bu yola girerken, dönüşün çok zor olacağını düşündün mü?
Sen: Düşünmedim açıkçası, genelde duygularımla karar veriyorum. Yine öyle oldu. Beni nelerin beklediğini bilmemek beni heyecanlandırır her zaman.
Kahkahalar vs… (beni devam etmem için zorluyorsun bu arada)
Ben: Genel olarak hayata bakış açın bu şekilde mi? Her zaman maceraya var mısın?
Sen: Varım!
……
Böyle devam ediyordu. Macera? Sen? Bir terslik olduğunu anlamalıydım?

Her neyse, bir cd buldum ve bu röportaj kaydını cd’ye kopyaladım.

Sonra beni en çok duygulandıran şeylerden biri geldi aklıma. Bir hafta sonu için plan yapmıştın. Hava güneşli olursa şunları şunları, yağmurlu olursa şunları şunları yapalım demiştin. Güneşi ve yağmuru resmetmiştin, kağıt yazını sevmişti, ben o kağıdı sevmiştim. Onu da koydum.

Kahvaltıda yumurta, peynir ve tatlı şeyleri sırası ile yemeni unutmamıştım. Asla karıştırmazdın. Bu düzen değişirse vücudun ne tepki verirdi bilmiyorum görme şansım olmadı. Sadece senin yediğin, içeriğinden pek hoşlanmadığım çikolata kremasını neden orada tutuyordum ki öyleyse? Onu da koydum.

Büyük paketi, ayakkabıları ve senin soyut hatıralarının bulunduğu bu küçük paketi aldıktan sonra arabaya yürüdüm, bagaja koydum ve eşyaları bırakacağım ortak arkadaşımıza, hani şu sen ve ben arkadaş iken ortak arkadaşımız olup da yılda bir kez de olsa kahvaltı vs. yaptığımız üçüncü kişiye doğru yola çıktım.

---

Şimdi tekrar buradayım. Bir hafta öncesini daha fazla düşünmeli miyim? Hava daha güzel, yerler o kadar ıslak değil, senin buralarda olmadığını biliyorum. Karşılaşma riski, karşılaşırsak nasıl davranırım stresi yok. Bagajdan 3 parça eşyanı alıyorum. Ellerim hafif titriyor sanırım… Sanki aylar öncesinden yaşamıştım bunları, tekrarladığım ama başaramadığım bir sahneyi yineliyormuşum gibi. O özgüvenim uçmuş, yerine ezbere davranışlara bırakmıştı. Etrafı inceledim. Bu semtte saksağanlar olmalıydı değil mi bu mevsimde, eski bir dostumun şans getirdiğine inandığı saksağanlar olmalıydı. Her sene bir önceki seneden daha fazla bina yapılan bu semtte artık ağaç kalmadığı için mi yoklardı?

Gergindim. Aynı otoban geçen haftakine göre daha sessizdi. Pazar günüydü. İstanbul, Attila İlhan'ın bakkaldan aldığı ekmek miktarından daha fazla şiir yazdığı İstanbul bir anlamsızdı bugün. Kayıtsızdı, eskitmişti bir sevgiyi, yok etmişti karşılıklı gülümsemeyi. Ağaç dalları kuruydu, çamlar hariç-onların başka çaresi yoktu. Dallar senden daha duygusaldı. Kurumuş olanlar bile.

Kaç saat daha yaşlandım orada, hesaplayamadım. Zili çalıp içeri girdim. Hemen orada ayakkabıların vardı. Çok belliydi sana ait olan her şey. Gözlerimi kapattım. Fark edilmesin istiyordum etkilenmem, temiz kalbiyle bana bu son iyiliği yapan arkadaşıma bu ağırlığı yaşatamazdım.

Senin gittiğin her yerde fark ettiğim “sen” burada da vardın. İzlerin her yerde idi. Mutfakta, salonda, kanepede, masada. Aylar sonra sana ilk defa bu kadar yakındım. Az önce senin gelmeyeceğine olan güvenim yavaştan kaybolmaya başladı. Ya zil çalsa, gelen sen olsan, ne yapardım? Ne kadar fark ederdin orada, her şeyin sen olduğu yerde bedeninin de gelmiş olması ne kadar önemli?

Yok, yok. Bıraktım her şeyi orada. Kafamdakini kazıyamıyorum, kalbimdekine öfke yardımcı oluyor. Usulca çıkıyorum oradan. İncelemiyorum artık bu semti, bahçesinden, ağacından, parke taşlarından otobanından bana ne! 

Monday, December 10, 2012

Sabah

Kış gelince,
Sabah camı açtığımda yüzüme vuran soğuk, seni hatırlatıyor.


Friday, December 7, 2012

Paket

Bende kalan son senlerini toplamaya çalışıyorum.
Ama güzel sesini bir yere sığdıramadım.

Son, son, son makara

Öteki yazım bitmeden bunu yazabilirim.

Son makara (ilford hp5@iso400) baya zamandır Nikon da duruyordu. sonunda geçen haftasonu bitti.

Belki taratırım, hepsini yüklerim ya da bastıklarımı taratabilirim.

İçinde İzmir var, İstanbul var. Seviştiğim kimse yok (var da biraz bulanık çıkmış), en temiz negatif bu işte.

Kontrastı da iyi duruyor.

İyice kurusun ki agrandizöre taktığımda çizilmesin. Film temiz kalmalı. herşeyin başladığı yer o.



Thursday, December 6, 2012

Traum

Düş nerede,
Travma nerede?

geceler boyunca ettiğim küfürler nerede,
"değerli kalsın" dediğin başkasının anıları nerede?

bunun bir tiyatro olduğunu bilseydim,
Faust'a daha çok saygı duyacaktım.

ama günün sonunda, sen anladın:
bir metre bile ilerde değildin.

belki bu yüzden,
farketmiyor,
güneşin doğması ya da batması.
düş ya da travma olması.

Tuesday, December 4, 2012

Capa

Bu fotoğraf çok önemli. daha sonra uzun uzuuun yazacağım.
Cornell Capa, Bolshoi Ballet School, 1958, Moskova

Sonuncu Son


Gerçekten çok zordu buna karsı koymak. Ayaklarım beni sana götürüyordu. Çılgınca şeyler yapmama alıştığını biliyordum. Yine de son konuşmamızdan sonra seni tamamen unutacağımı, sevgimin kokunu kuruttuğumu düşünmüştüm. Kendimle savaşıp durdum ama iste bu saatte, herkesin uyuduğu, Kadıköy Beşiktaş vapurunun motor çalıştırdığı bu saatte senin etrafında bir kaç kez dolaştım, simdi aramızda bir kaç blok duvar kalmış. 

Hava soğuk, puslu, çimler yeni sulanmış gibi ıslak. Uzaktaki otobandan gecen kamyonların hemen yanındaki yüksek katli binalardan yankılanan sesleri duyuluyor. Üşümüyorum, zaten soğuk olsa bile sabahın soğuğunu seviyorum, bilmezsin, senin yanındayken sabahları soğuk olmazdı.

Güvenlik görevlisinin kuşkulu bakışları da uzaklaştıramadı beni oradan. Su an dışarı çıkma ihtimalin var, seninle karşılaşırsam ne yapacağım? Oysa otuz üç gün sekiz saat kırk yedi dakika önce idi seninle son konuşmayı yapalı ve senden nefret etmeye çalışmaya başlayalı. Bu başarımın ardından teslim olamam! Olmalı mıyım? Belki bir yıl öncesine gitmek olabilir ama hayır, bir ay öncesi tüm burukluklar için çok geç olur. 

Değiştiremiyorum hiçbir şeyi. Yüreğim mevsimlerin olusu kesinliğinde dengesizce dalgalanıyor sen gittiğinden beri. Bir bakışın karşılığında dünyaları vereceğim anlar oldu, hemen ardından dünyaları verseler yine de seni görmek istemeyeceğim daha kısa anlar. 

Yapamıyorum, duramıyorum daha fazla burada. Bir an evvel gündelik hayatıma, kafamı meşgul edecek, beni eve gider gitmez uyutacak kadar yoracak, yani seni sadece düşlerime hapsedecek olan işime dönmeliyim. 

Sen duygularını çoktan yitirmiştin ben geldiğimde, o soğuk kış günü, kahve tadındaki dudaklarını ilk öptüğümde bir kıvılcım oluşacaktı belki, günlerce düşündüm, o gün belli olacaktı her şey, bir yerlerde yazmalıydı bu, yazmalıydı kaybettiğin bu duyguları sıcak şaraptaki mandalina tadında bulacağın. Ve sen okuyacaktın, anlayacaktın bunları.  Zaman bulup düşünecektin! Neden her buluşmamızda seni beklettim zannediyorsun? Neden içki içtiğim bardağı arabanda bıraktığımı zannediyorsun?

Artık yorgunluğumun verdiği sakinlikle gidiyorum buradan. Yolları yazlık bir semt gibi parke taşlarından yapılmış bu semtten uzaklaşıyorum. Sana kalsın burası da, yaş ve kuru bütün ağaçlar, sana kalsın.