Thursday, October 31, 2013

Ufak heyecan

Benim hikayemi kelimelere döken bir arkadaşımdan:

“…Kız elleri birbirine dolaşarak katlanmış kağıdı açtı. Yazıların ters olduğunu farketti. Titrek bir hamleyle kağıdı düz çevirdi. Silik bir kurşun kalemin ak kağıt üzerinde bıraktığı anlamlı izi okudu sonra. “ Dışarıda bekliyorum,-kaderin.” Kalbi ağzına çıktı ve inmedi...”

Sunday, October 27, 2013

Kafa karışıklığı

“Yaşam senin bloğunda yazdıkların gibi değil. Gerçek bir dünya var dışarıda”

Dedi.

Bense kelimelerimi bitirmiştim. Aramızda kısa zamanda geçen şeylerin kelimeler üstü olduğunu iyi biliyordum. Hem zaten o normalde çok konuşmuyor muydu? Böyle bir durumda susmasını beklemen hata olmaz mıydı?

Ama anlamasını beklememdi belki gerçek hata. Kafasında ayrı bir dünya, ayrı kurallar ve sebep sonuç ilişkileri vardı. Benim alışık olduğum düzen gibi değildi. Onun doğruları ile mücadele edemeyecek durumdaydım. Bu yüzden o iki kelimeyi söyledikten sonra bir daha onu görmemeliydim.

Kirlenecekti çünkü duygularım. Bana zarar vermek isteyecekti. Bilinçli bir şekilde değildi bu. Kim bilinçten bahsediyor burada?

Sonra bir telefon konuşması olacaktı ve bütün yaşadıklarımıza “kafam karışıktı” diyecek, kendi kendini rahatlatacaktı. Ben yine ses çıkarmayacaktım, en doğrusu bu olacaktı. Dünya bana göre basitti. İstekler vardı, cevaplar vardı. Onun kelimelerine inanmayacaktım da hareketlerinden yorumlayarak mı onun kapısında olacaktım bundan önceki gibi defalarca. Hayır, bitmişti.

Ama ben kapısına gidiyorsam neden beni içeri alıyordu? Neden sabah işe uykusuz gidiyordu.

Unuttum, evet, kafası çabuk karışıyordu.

Unut, böyle devam et.

Ankara, şarap ve zargana

Elim kaçıncı kez telefona gitti, neden numaranı ezberleme aptallığında bulundum ki?

Araba kullanamaz oldum, ne zaman senin arabana benzer bir araba görsem plakasına bakıyorum büyük bir heyecanla. Sonra Ankara plaka olmadığını görüyorum.

Ah Ankara, sen neden kendi çocuklarına iş veremiyorsun da hepsi İstanbul'a geliyor. Sonra denizin tuzunun Beşiktaş iskelesine vurduğu akşamda öpüyorum ben bu çocuklardan birini, yanakları sandığımdan yumuşak, dudakları sıcak. Ankara, sen soğuksun ya, senin çocukların da bu yüzden sıcak burada. Sen denizsizsin ya, denizin kenarına gelince aklını kaybediyorlar.

Elbet var şarabın tadı, sen ve senin güzelliklerin olmasa da. Ama hep bir şey eksik işte. Abuk subuk mühendislik soruları sorup uçakların nasıl uçtuğunu öğrenince sevinen hallerini hatırlıyorum. “N”lere vurgu yaparak hiçbir zaman şarkı söylerken yakalayamadığım sesini dinliyorum. Sahi, neden şarkı söylemiyordun sen? Yine ne oldu geçmişte?

Uzun boyluydun ama yanıma uzanınca ufacık kalıyordun. Bazen sana sarıldığımda kaybolduğunu düşünüyordum.
--
Ne sevginin sonu var, ne hatıraların. Ne yazdıklarımın bir sonucu var ne de senin ve benim arayışlarımın. Ne her huzursuz gecende aklına gelen geçmişin sonu var, ne her bir ufak bebeği görüşünde hissettiklerinin.
--
Şimdi haber alamadım ya senden uzun süredir, bilmiyorum neredesin. Geçen bir an heveslendim, papatya gibi birşey gördüm çiçekçinin birinde, bilirsin dünya kadar papatya şeklinde çiçek var, alacaktım gönderecektim sana. Ama bilmezdim ki neredeydin. Belki yine Anadolu’nun bir kentinde en sevdiğin sürgün hayatını yaşayacaktın hergün aynı şeyleri yaparak. Korktum. Hatırlarsın, elimde papatyalarla kapında kaldığım günü.

Bana seni hatırlatıyor diye ortak arkadaşlarımızla da görüşmekten korkuyorum artık. Belki bir rakı masasında aptallık eder seni sorarım, belki bir sevgilin olduğunu, hatta evlendiğini söyler diye çok korkuyorum. Oysa bir taraftan da senin kimseyi beğenmeyeceğini düşünüyordum.

Ya benim gibi birisi çıkar da yine senin kanına girerse?

Ah şu hayaletler.. Denizin üzerinde ay ışığında parlayan zargana gibi dans ediyor gözlerimin önünde. 

Tuesday, October 22, 2013

Bataklık

"Oh the deeper I go
The further I fall,"


Taşlarla dolu yolda ilerliyorum. Kar yağmıyor ama kuru bir soğuk var. Tüm mahalle uyuyor, bacalarda kömür sobalardan son dumanlar yükseliyor.


Uyuklayarak yürüyorum. Botları gece dışarıda unutmuşum. buz gibiydi giydiğimde. Ama ısınacak birazdan.


Cebimdeki telefonda elim. Belki uyanır, "neredesin?" der, kızar, hatta belki peşimden koşar.


Bütün bunları ona hazırladığım kahvaltıyı görmezden gelerek de yapabilir.


Uyumayı, sevişmeyi bırakıp daha da anlatsa mıydım, anlar mıydı? Hep içimde kalacak bu korku, oysa sadece sarılmak bile yeterdi, niyet her şeydi, kelimeler ise niyet yoksa kifayetsiz idi.


Ama şimdi inanmadı demek ki bana ve ben hala asfalt dökülmeyi bekleyen bu çakıllı yolda ilerliyorum. Şehre giden Gebze minibüsleri bir kilometre kadar mesafede. Telefon sıcak oldu sıka sıka, elim terledi, ama mahalleden ses yok.

Sunday, October 20, 2013

Yaşam

Sadece ve sadece benden nefret etmesini istemiştim.

Sebebini bilmiyorum. Bütün bu olanların ardından konulan noktayı daha mı belirginleştirmek istedim ya da onnun nefreti beni mutlu mu edecekti, bilmiyorum.

Bütün bu olanlar, günün batması, güneşin parçalarının karanlıkla yüzleşmesi benim yüzümden. Neden bu kadar hızlı zaman? Neden sindirilmesine zaman yok hiçbirşeyin?

Deniz köpürmeye devam ediyor, kıyıya vuruyor binlerce yıl önceki gibi, kararlılıkla. Ruhsuzluk mu bu? İstikrarlı olmak, aynı şeyleri yapmak, aynı doğaya can vermek ruhsuzluk mu? Peki yaşam nedir? Yaşam birgün yanında gülerken öteki gün üzülmek mi? Ölmek mi?

Yaşam kırkbeşmetrelik ve kırkbeşyıllık ahşap bir gemide İtalya’ya gitmeye çalışmak ve denizin ortasında ortasında kaybetmek mi?

Hayır. Köpürsün ama hep, binlerce yıl. Güneş batsın ve sabah-hele bu topraklarda çok geç sabah olmaz-doğsun tekrar. Doğu’dan doğsun. İlkokuldaki gibi gülümsesin güneş. Hiç güneşi ağlayan surat şeklinde çizen oldu mu?

Nefretle gelmedin. Nefretle gitme.

Saturday, October 19, 2013

Dying Slowly


Mayıs gibi bir aydı. Golf sahasının kenarında Tindersticks mi dinlenirdi? Saçma sapan kalabalıkla da uğraşacaktım. Ama Fransa turnesine bilet bakacağıma madem geliyorlar dedim.. Gittim.

Sahneye çıktılar. En sevdiğim parçaları çaldılar ve beni benden aldılar vs.. Değil. Öyle olmadı.

Sevdiğim ama olmayan insanlara sarılmak için, sarıldığım insanları sevmeye mi çalışsaydım. Burda mıydı? Sanki hemen yanımda sahne ışıkları beyaz yanaklarını aydınlatıyordu ve kalın çerçeveli gözlükleri varlığını vurgular gibiydi.

Ama sanki yoktu çünkü onun elleri hava soğuk olsa bile sıcacık olurdu elimi tuttuğunda, bir de sanki durduk yerde sırnaşır öperdi.

Ama çaldı tabiki tindersticks. Yenilerden gittiler. Eskilerden arada. Dying slowly bunlardan biriydi.

Dedim ya, semtlerin dili yok. Bu semtin de dili yoktu. Söylemedi bana gerçekleri. Oysa yavaş yavaş geliyordu birşeylerin, herşeylerin sonu.

"I've seen it all and it's all done
I've been with everyone and no one"


Ve gün geçecek ağrılı gecesi geçecek ve sabah olacak, uyandığında sevişiyor olacağız. Ve bir daha sadece "gel elbiselerini al" diyecek. Sonra neden sabah oldu diye dünyanın dönüşüne kızacağım.

Yaşlanmıştı Stuart, sakin parçalar çaldı. Bu parçada da bir yorgunluk vardı.. Nerden çıktı bu yaşlılık. Oysa yaşlanmak tecrübe değil miydi? Aynı hataları yaptığıma göre yaşlanmamalıyım ben. Bari bu imtiyazı tanımalıydılar.

Şimdi niye anlatmaya çalışıyorum ki? Oysa daha dün yazdım akıllanmam gerektiğini, şimdi ne yapıyorum?

Adı başlık olmuş şarkı bile diyor:

"If I could find the words to explain this feeling
I would shout them out
If I could find out all this, what's inside me"


Nottingham sokakları bana ne kadar Tindersticks'i anımsatsa da bir şekilde golf sahaları da o günü hatırlatıyor. 

Yine de, o gecenin son saatlerinde içtiğim viskinin birşekilde hala onda olduğunu bilmek, soyut sevgililerimin hiç bilmediği whiskey&water parçası gibi bir his.

Onda, bana ait.




Friday, October 18, 2013

hepsi

Anlamak istemediğin şeyi nasıl anlatacaklar sana? Her gün her olay binlerce kez ispatlarken, neden gözünü kapatıyorsun gerçeğe. Herkesin kendi hayatı var, senin de olmalı, neden herkesin eliyle yapılmış bir saray yerine kendi ellerinle yaptığın barakada kalmıyorsun? O kadar ümitlendin ve gittin başka saraylar yapmaya ama sıra sana geldiğinde yok.. yoklardı.

Şimdi istikametin belli olduğuna göre, uzatma artık. Söz konusu ressam ya da resim olmak değil, çizmek, çizilmek değil. Söz konusu bir hayat var, sadece bir hayat ve o hayatı kana kana içmek. Acıya acıya, ağlaya ağlaya, bekleye bekleye değil.

Yarını yok, şu an başladı artık. kapatma o defterleri, kapatmak yetmez, yırt, at. Zaten içindeki zehirli hatıralar hemen çürütecek.


Thursday, October 17, 2013

Gece

-Yalnız mısın?
-Etrafta çok insan var, kalabalık.. Ama evet, yalnızım.
-Geliyorum?
-Gel..

dedi ve yola çıktım geceye kavuşmak için.

Şehir gece olduğunda farklılaşıyor. Evlerin ışıkları birer birer sönerken ertesi güne umutlanan küçük çocuklar, umudunu kaybeden yaşlılar gözlerini kapatıyor. Ben ise yeni çıkıyorum dışarı.



Bazı sokakları hiç uyumaz. Bazen semt olur uyumayan sokaklar. Karaköy olur, üç beş balıkçı yaşatır koca semti. Bazen Aksaray olur sarhoş ve aç insanlar buluşur sabah ezanına kadar işkembe çorbası içerler. Sokakların rengi taksi sarısı olur, yorgun ve zehirlenmiş vücutları taşıyan taksilerle dolup taşar Boğaz köprüsü.


Düzenli yaşamın ışıkların gece yarısından önce sönmesi olduğunu öğretmeye çalıştılar bana yatılı okulda. Ama ışığa bağımlı değildik ve devam ettik tüm hikayeleri anlatmaya.

Bu şehrin dili yok. Dili olmadığı için de onu sahiplenen herkes bir anlam yüklemeye çalışıyor. Duydukları ezan sesini şehrin sesi zannedip on binlerce yıllık şehrin tarihini bindörtyüzelliüç'te başlıyor zannediyorlar. Şehrin dili yok ve susuyor tüm mahalleleri Anadolu'dan ve Avrupa'dan. Susuyor doğudaki mahallede beşinci kat yirmiüçüncü numaralı dairenin kapısı, konuşamıyor, bahsedemiyor beni nasıl özlediğinden, oysa ben o kapıya hiç sert vurmadım.


Gece olunca kirli ve pis sokakları biraz gizleniyor, belki bunu seviyorum bu şehrin akşamında. Yorgun düşüyorum ve onca "hayır, gitmeyeceğim" sözüme rağmen kendimi buluyorum yirmi üç nolu dairenin önünde.







Wednesday, October 16, 2013

Borodin

Telefonu açtı, buranın akşamı oranın gecesiydi, ama yine de uyumamıştı. Yüksek sesle konuşmaktan hiç çekinmem, söylediklerimin başkaları için de katma değer yaratacağını düşündüğümdendir belki. Masamda hangi şişe vardı tam hatırlamıyorum, belki bir yerli şarap, belki komşunun üzümlerinden yapılmış brendi, belki adadan bir şeyler.

Ama hatırladığım Borodin vardı. Tanrı'nın yetenek dağıtırken pek adil olmadığının kanıtlarından birisidir Borodin. St. Petersburg'un nimetlerinden faydalanan yüzlerce Rus'dan birisi. Kimyager, doktor ve biraz da müzisyen. Müziğini sevenleri "hasta olsun ki hastaneye gitmeyip evde müzik yapsın", tıp öğrencilerini "operaları kabul edilmesin, beste yapamasın" diye beddua etmek zorunda bırakmış birisi.

Borodin vardı ve Tikhvin mezarlığındaki gösterişli Tchaikovsky mezarının yanında idi, sessizce. Zaten Tikhvin mezarlığından hiç sözedesim gelmiyor, Dostoyevski'den başlayıp evam eden bir yetenek mezarlığındaki kemikleri bile bıraksan şuanki Türkiye'nin tüm sanatsal faaliyeterini gölgede bırakacak eserleri yeniden çıkartabilirler.

Edebiyat farklı bir konu ama Slavik toplumlarda müziğin hala tanrıya ulaşmakta bir araç olarak görülmesinden belki, yaptıkları şey müzikten de öte.

İşte onunla telefonda konuşurken Borodin vardı. Neye uğradığını şaşırmıştı bilmem kaç desibellik Prens Igor operasından "Poloveç Dansları"nı dinlerken ve ona dinletirken. Arkasından cam kırığı sesleri duymuş olma ihtimali yüksek çünkü ben kendimden geçmiştim.

Tikhvin mezarlığı, 2013

Bursa

Bursa'ya her gelişimde sana yakınlaştığımı hissetmek, dağa baktığımda eteğinde senin evinin olduğunu bilmek kolay mı zannediyorsun? Hele böyle bir mevsimde ve böyle uzun bir zaman boşluğunda çocukluğumun geçtiği bu şehrin tüm anlamlarını tükettiğimde sıranın sana geleceğini mi zannettin?

Ben şimdi yerin dibini kazarak dünyanın öteki ucundan çıkarsam belki sana ulaşacağım Bursa'da. Ama korkuyorum ki, ben oraya geldiğimde sen hala orada olmayacaksın. Büyük okyanusun tüm rüzgarları, muson yağmurları ve fırtınalar koparamadı seni oradan, benim sana ürkerek sessizce "gel" demelerim mi getirecek seni?


Wednesday, October 9, 2013

Doğu

Kendisi sıradan düşleri olağandışı fantezilermiş gibi gören korkak birisiydi..

Hep mütevaziydi isteklerinde. Basit bir yaşam hayal ederdi. Ama yine de mükemmeliyetçilik içinde bir yerdeydi ve bu basitlikleri en güzel basitlik yapmak için bir çaba vardı, hissediliyordu.

Güneş batınca evini aydınlatacak lambanın şeklini, güneş doğunca gölgesi yansıyacak perdeyi düşünüyordu ufacık, sadece kendi hayallerinin sığabileceği evinde.

Ben, yüz milyonlarca kilometre gibi gelen yolda ona gitmeye çalışırdım. Sonra hayat biraz daha normalleşir idi onun mahallesinin yazılı olduğu tabeladan sağa dönünce. Şarap mağazası vardı yakınında, en güzel ve aşka en fazla davet eden şaraplar hep onun yakınındaydı. mahallesi bir garipti, ekmek fırınından sonra gelirdi İtalyan restoranı, İstanbul'un unutulan köşesinde.

Sabah olduğunda serin olurdu, olur gibiydi? Tamam, itiraf, asla üşümedim.

Uzundu yolun ama yakındı kalplerimiz ve Anadolu'nun en ücra kasabalarında, duyguları mektuplarla taşınan aşıkların hissettiğini hissediyorduk ufak telefon konuşmalarında. Ben senin sesini dinlemekten bıkmıyordum saatlerce susmasan dahi.

Şimdi sabah olacak ve ben uyandığımda alışık olmadığım yerde, kirasını ödediğim için bana ait olduğunu düşündüğüm evde olacağım. Sonra kaçacağım bir şekilde sırf sana, doğuya daha yakın oluyorum diye heyecanlanacağım.



Tuesday, October 8, 2013

Hata

Bir hata olmalı,
Ekim geldi,
birazdan geçebilir bile.
Ama senin ne sesin,
Ne vurgulu kelimelerin yok kulaklarımda,

Bir hata olmalı,
Şimdi ben burada,
milyonların içinde yalnız,
ve sadece seni düşünürken
Senin bu şehirde olmaman.

Bu semt

Her şey bu semtte oluyor.
Ben bu semtte yaşıyorum ilk
İstanbulun girişinde,
tünel kalıp duvarlar arasındaki
binlerce yaşamdan sadece biriyim oysa.

Sonra bir şekilde bu semtte bir evde buluyorum kendimi,
şarap kadehi yarım dolu,
televizyondaki film devam ediyor boş koltuklara
ve biz sevişiyoruz.


Ve yine Dünya hareket ediyor ya sürekli,
Güneşin etrafında, zaman geçmiş,
ve ben yine burdayım,
senin gözlerine bakıyorum;
sarı saçlarının hemen altında,
Güneş patlaması gibi geliyor gözyaşların.

Wednesday, October 2, 2013

İstanbul'da yağmur


Sonunda  yağmur yağdı bugün.

Pus çöktü tüm İstanbulun üzerine. Ben evden çıkmak için bahane bulmuş oldum. 

Hava kararmıştı, yanabilen bazı sokak lambaları titriyordu, ya da ben öyle görüyordum, görmek istediğimden.

Şehir korkuyordu yağmurdan, kapalı mekanlar avmler taşıyordu, sokaklarda şemsiye satıcıları vardı. Taksiler hep doluydu.

Ben, seninle yürüdüğümüz yollardan geçerek geldim buraya. Akşam yemeğini yediğimiz dürümcüden başladım. Tehikeli bir çift olabileceğimizi ispatlayan tantuniciden de geçtim, içeri bakmadım kırmızı seni daha da hatırlatacağı için.

Daha sonra buraya geldim. Beni bulmak isteyen tüm eski sevgililerimin aklına gelecek ilk yere. Masaların yerini yine değiştirmişler. Henüz daha var grubun çıkmasına. Zaten hep gecikirler biliyorsun. Bir kaç kez sinir olup geri döndüğümü bilirim onca yolu.

Şimdi sen uykudasındır belki yağmurun buradan çok daha fazla yağdığı kentte. Sokaklarda şemsiye satılmayan, insanların zaten şemsiyesiz dolaşmadığı şehirdesin. Buraları ve beni özlüyorsun ama dönemiyorsun. Dönemezsin. 

Tuesday, October 1, 2013

Ustalara saygı

Nazım'dan
..
Bu şiiri Genco Erkal'dan dinlerken tiyatrı salonunda tek hüzünlenen ben değildim belki. Ama yalnızdım yine de. Uzaktı heryere. Biraz ilerdeki denize ulaşırsam belki ona gidebilirim diye düşünmedim değil. Ama Nazım bile ulaşamamışken çağlayan duygularına rağmen, ben, sıradan sevgili, nasıl ulaşacaktım mevsimin bile farklı olduğu topraklara.
..

TUNA ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR

Gökte bulut yok
Söğütler yağmurlu
Tuna'ya rastladım
Akıyor çamurlu çamurlu
Hey hikmet'in oğlu, hikmet'in oğlu
Tuna'nın suyu olaydın
Karaorman'dan geleydin
Karadeniz'e döküleydin
Mavileşeydin mavileşeydin mavileşeydin
Geçeydin boğaziçi'nden
Başında istanbul havası
Çarpaydın kadıköy iskelesine
Çarpaydın çırpınaydın
Vapura binerken memet'le anası.