Monday, December 28, 2015

Uzun bir koşuydu

Mesafesini bana söylememişlerdi.

Uzun bir koşuydu. Büyükçe bir müzenin önünden başlamıştık. Kulağımda müziklerin yankıları sonsuza dek çalıyordu. çalacaktı, çok uzun yıolumuz vardı.

Baltık sen ne garip bir yerdin. Denizin Karadeniz'den daha kötü olduğu yer de varmış, dedim. Kahverengi akan kanallarda giden yuvarlak hatlı, yine de tasarımı Tur-Yol'u hatırlatan Rus botları gürültüyle geçiyordu Petersburg'da.

Bütün köprüleri size kalsın, bana sokakları yeter demiştim, ama yetmedi. Sonsuz köprünün üzerinden geçtik, adalar ve ada olamayacak kadar yalnız apartmanların önünden geçerken, hele o üniversite yurdunda, doğu ile batı arasında sıkışmışlığın gözlerinde pencereden merakla bakan bir çift açık mavi göz beni izlerken "akşam dönüyorum" düşüncesi ne kadar gerçekçiydi?

Ne istiyorsun? yetmedi mi? sınırı mı var? aynı soruları tekrar ve tekrar soruyor, aynı cevapları farklı tonlarda duyuyor ama DOYMUYORDUN. Sonra aynı şarkıyı biraz daha yumuşak tonla dinliyor, aynı viskiden, o da yoksa kalan son ucuz Yunan içkisi(!)nden içiyor, aynı basit tatminlere dalarak rahatlıyordun. Oysa hep aynı yerdeydin. Kimi zaman Şişli, kimi zaman Maltepe. Bir andı, Petersburg, tam kırkikikilometreyüzdoksanyedimetrelik bir koşuydu. Sen ölçmesen de ONLAR ölçmüş. BEN ölçmedim. Neden ölçeyim, sadece uymakla yükümlü değil miyim?

Peki ya daha da devam etmek istediğim o en ünlü caddesinden dönerken hissettiklerim? Bunu burada anlatmayacaksam nerede anlatacağım? Hepsi Moskova'da kalsın diye geldiğimde, elimde birkaçı kaldı, ama en iyileri kaldı, Tikhvin mezarlığında.

Neyse, Neva sağda akarken ya da akar gibi yaparken, yuvarlak hatlı Turyol gemileri geçerken ben bir şekilde seni düşündüm Anna Mayarova, sen olmasaydın bunlar nasıl olurdu? Tüm bu Rus varlığı nasıl gerçekleşirdi bilmem kaç milyon kilometrekare toprakta. Sonra bir de beyaz geceler iyiydi ama yaz geceleri çok gürültü yok muydu? Uyuyamıyorduk.. Belki uyuyamadığımızdan olmuştu işte tüm bunlar.. Kısır döngü.

Wednesday, September 2, 2015

Bütün bu olanların bana hatırlattıkları

 Üstadın evindeyim. Müzeye yakışır şekilde yenilenmiş, camlar takılmış, “yatağına dokunamazsın!” Burgazada’ya niye gidesin başka? Yazdıkları, defterleri nerde? Korunuyor.

Yine başka bir üstat, Petersburg’un ortasında, uyandıktan birkaç dakika sonra, daha kahvaltı dahi yapmadan, onun heykelinin önünden, sonra bir sebze pazarından geçip dördüncü kata çıkıyorum, tüm bina müze olmuş. Raskolnikov’da bu sokaklarda dolaşmış, resimler fotoğraflar var, öyle diyorlar.

Sonra kendimi Maltepe’de buluyorum, bir şeride üç otomobilin sığdığı, bir minibüse 30 kişinin bindiği, ama benim 130 metrekarede canım sıkılırcasına yalnız bir şekilde nefes alışımın, bitmeyen özlem, beklenen kavuşmalarınnın yaşandığı ve yaşanacağı evde buluyorum. Büyük bir bonkörlükle çocuğum olmadığı için beslemekten utanmadığım bir limon ağacını, adı nedense “Niyazi”yi suluyorum. Su faturasını dert etmiyorum. Ahh Niyazi, bugün Erikli su mu istersin yoksa Pınar mı? “Üç kez distile Bozdağ su ver de kafamızı bulalım” diyecek hali yok. Uyum sağlamış yoklukla bolluğa, aynı anda, çok da umurunda değil.

İnsan sevmek önemliydi. İşte burada bir yerde kayboldum ben. Ah üstadım, insanı sevmeye çok çabaladım, ama olmadı. İkiyüzlülük tüm ilkelerimi ezdi. Ben böyle yetiştirilmedim. Pardon yanlış kelime, yetiştirilmedim. Nedense tüm değerlerimi, prensiplerimi kendi kendime var etmiştim. Yıllar önce bir okulda bir öğretmen “hayatta değerleriniz olsun” demişti. Kim, ne zaman dedi bilmiyorum. Benim değerlerimi ben kendim mantığımla oluşturdum. Bu mantık, “herkes aynı değerlere sahip olursa, mutlu oluruz” temelinde bir mantıktı.

Sevdim ama işte. Ama bencilce sevmek neydi? Sana ait olmalıydı. Hatta ileri gittin, sahip olma kavramını bedenine kadar indirgedin. Oradan birisi çıktı, yorgun, bıyıkları beyazlamış, ölmeyecek ama (en azından öyle düşünüyoruz, sonuçta adam gelmiş, kalbini kırmayalım) “o sevgi bu sevgi değil” diyordu. Sevgileri ayırt eder mi olduk? Bugün arkadaşım, yarın sevgilim olmuştu, sonra tekrar sevgiliydi. Aşk başşka ve bana nadiren uğrardı ve yazılarda kendine aynı nadirlikte yer bulurdu (itiraf: çoğu aşktı) “tamam sustum”.

Bütün minibüsler otuz kişi taşıyacak ve her zaman minibüse bineceksin diye bir şey yok. Bazen onun İstanbul’un zirvesinde (100 metre falan) olan evine gitmek için çabaladım. Ama hep gökdelenlerle dolu ya bu mahalleler, rakım anlayışım kayboluyor, işte bir şekilde gittim. O farklı mevsimin yaşandığı binada sevgi dolu bir merhaba ne kadar farklıydı her şeyden.

Uyan, sevgilim, ben geldim. Sana tüm insanlardan ayırdığım sevgiyi sunacağım. Tamam, kabul ediyorum bir kısmını Niyazi’ye harcadım ama bunun lafı mı olur? Çünkü milyonlarca insan iki yüzlü ve sen değilsin. İşte hepsi sana kaldı sevgimin. Uyansana? Neden zile iki kez basmam gerekli? (Uykusu ağırdır, ama yokuş aşağı gitmek istemiyorum buradan). Burgazada’daki tüm balıkçılar bu gece sefere çıktı, Aleksandra’m  da adada yok, bende ilk vapurla Bostancı’ya geldim, oradan bir Magirus ile çıktım yokuşu. Hadi, aç şu kapıyı, sana şiirler yazdım. Yok yok, sevişme vakti değil şimdi, daha sabah, “sadece uyuyacağız”..



Wednesday, July 22, 2015

Nem

Çıkmadan duşunu al. Hava sıcak bir şey olmaz. "Olur mu hiç, sabahın köründe, sokak lambaları hala yanıyor, ısınmamıştır" o kadar mı yorgundu sevişmemiz. Bakmadı. Saçlarının kuruması uzun sürecekti. Eteği beline bol geliyordu. "Hamile olursan tam olur"  dediğimde bakmadı. Sabahları suratsızdı. Çıktı.

Dolaptaki çeri domatesten yedim, başka bir şey kalmamıştı, kahve makinasını kapatmıştı, bardaktaki soğuk kahvenin etkisiyle ayılmıştım. Bütün bunlar uyanmadan olmuştu.

Ne de mutluydu. Ya da mutlu gibiydi tüm bunlar yaşanırken. Yağan yağmura küfretmiştir şimdi. Daha dün yıkatmıştı. Yolu da uzak, ama trafiği yok. Aslında var ama az, hemen sağdan ayrılıyor zaten. Bitti bak işte şimdi işte. Artık kahve almıyor, evden termosuna koyup getiriyor, bu yüzden hem ekonomi yapıyor hem işletme. "Bunlar başka şeyler”di.  Masasına oturunca uyanmıştı, belki ofistekilere günün ilk gülümsemesini gösteriyordu. Gamzeleri çıkmıştı. Belki gözlük takmıştı yoldayken. Lensleri yolda çıkaramaz lavaboda değiştirebilirdi. Ha birde ayakkabısını değiştirecek. Ofisine gitsem tanır mıydım?


İşte bütün bunlar olurken bilmem kaçıncı çeri domateste artık gitmem gerektiğini anladım. Sıcaktı işte. Gece yapan yağmurdan eser yoktu. Of üstadım sıcak değil de nem var ya o nem.

Thursday, May 7, 2015

1. gün

Birinci günü tamamlamak üzereyim. Viral bir soul parçanın ortasındayım, Hüseyin paylaşmış. Nevra'nın yıllar önce aldığı viskiden yudumluyorum.

Tamam, işte yaz geldi derken yağmur yağdı. Her şey tamam, boş bir sayfaya çizdim istediğimi ve sahip oldum derken yarım kaldı. Tren geç kalktı Ankara garından, çok kar vardı ve zincirleme kazalarla asla varamadık Vladivostok'a. 

"Bach iyidir" dedi Can K. "Ama çok çocuğu olduğu için iyiliğini paylaşmış, çocukları o kadar iyi olmamıştı. Oysa bir iki tane yapıp yetinmeliydi. Bach doğum kontrol metotlarından habersiz olabilirdi. Bir orkestra kurmayı planlamış olabilirdi". Tüm sorunlarımız çözülmüştü, sen kapı camlarını yumruklamaktan vazgeçmiştin ve Bach'ın aile planlamasını tartışır duruma gelmiştik, dedim, sustu.

Viski güzeldi ama bana yalnız geçen ve geçecek günlerimi hatırlatıyordu. Siz hiç romantik bir çiftin karşılıklı viski içtiğini gördünüz mü. Ben görmedim. Bir kere görecek olmuştum işte, maaşımın kiradan kalan kısmıyla bilmem kaç yıllık İskoçbilmemnesi viskisinden alıp onun kapısına gittiğimde o iş yerindeymiş, çalışıyormuş. Çok çalıştığı için belki, kavuşamamıştık.

Daha 29 gün var. Ah, unuttum, çok kötü bir tesadüf, 30 gün daha var, Mayıs ayı uzun aylardan.

Evi biraz uzak onun.. Onların işte, hepsinin. Kışın camı açma tartışması yaşanıyor, kimisi soğuktan, kimisi dağın arkasındaki çöp yakma tesisinden. Camilerde müezzinler nöbet tutuyor beni sabahın köründe uyandırmak için. Kendileri de umutsuz; iki üç yaşlıdan oluşan, ölüm korkusu yüzüne vurmuş cemaati uyandırma çabası. Oysa tüm o çaresizlikte insan nasıl uyur, gerilimli son yaşlılık yıllarımda ben de camiye ya da Budist tapınağına falan gidecek miyim acaba? 

Belki senin evini satın alıp müze yaparım. Heyecanla koşarak merdivenleri çıktığım, demir kapısı ağır evini. Ama buna da "çakma fantezi" derler, Orhan Pamuk dava açar, ev elimden kaçar, kentsel dönüşüm birşey olur. Herşey dönüştü bir ben dönüşemedim.

İnsan neyle yaşar oysa?

Sunday, April 12, 2015

Deme deme! Öyle deme.

T. elindeki kitabı okumaya çalışıyordu, Caddebostan sahili "güneşi gören İstanbullu"larla doluydu.

H. nin mesajları onu tedirgin etmişti. "Gelmek istiyorum!" demişti H., T.nin bunu reddetmeye gücü yoktu.

T., H. ondan ayrılalı kendi kendine toplamda ikiyüzelliüç soru sormuş ve bunların neredeyse hiçbirini cevaplayamamıştı.

H. geldiğinde T. kitabında bir kelime dahi okuyamamıştı. Konuşmaya başladılar. İkisi de gergindi. İkisi de H. nin tüm suçları işlediği bu ilişkide nasıl bir adım atacaklarını bilmiyorlardı.

Ama H. gelmişti. T. onu beklemiyordu, ya da beklemiyormuş gibi yapıyordu. Kalbinin bir tarafı onu çok özlemişken, diğer tarafı asla görmek istemiyordu.

T. bütün bunlardan sonsuz bir üzüntü duyuyordu. Sonrasında bu üzüntünün nasıl sonuçlanacağın düşünemeyecek kadar yorgun düşüyor, ertesi gün tekrar üzülüyordu.

H. ise T.'ye geldiğinde tüm sorunların düzeleceğine, Dünyadaki diğer düzenler gibi ilişkilerinin de düzene gireceğini düşünmüştü. Hazır olmadan da gelmek istememişti.

Ama herkes, mesela T. nin arkadaşları, H.nin de arkadaşları, sokaktaki simitçi falan kendi düşüncelerine sahipti ve bu düşünceler H. nin bu saf düüşüncelerinden farklıydı. Farklı kelimesi yetersiz kaldıysa, tam zıttıydı diyebiliriz.

H. "Belki beni sevmiyorsun, güvenmek ya da güvenmemek değil sorun. Acı sevgini törpülemiştir." dedi. durumun vahametini anlamış, T. yi kaybettiğini kabullenmeye başlamakla beraber, gittikçe artan kan basıncından dolayı eli titremeye başlamıştı. güneş tepedeydi, güneşi gören İstanbullular ise çimlerde.

T. "Deme deme! Öyle deme.." dedi. "gece yanında uyurken huzur, gündüz sensizken kaos yaşamaktan yoruldum. Ben bu gelgitlerime alışık değilim."

H. T.nin siyah küt saçlarına baktı. gülünce neredeyse kapanan gözleri açıktı. Mutsuzlardı. H. oraya, T.nin otuz santimetre yakınına ait olmadığını anladı. Kalktı. Arkasına baktı. T. ona bakmıyordu, muhteşem bir mutsuzluk sahnesi yaşadıklarından dolayı başka kelime etmeleri uygun düşmezdi. H. "bu bakışım 'son bakışım' olmalı, artık tekrar bakmamam lazım, yoksa klişeyi bozarız ve bu hayra alamet olmayabilir" diye düşündü. H. kalbinin kırıklığını ve Güneşi gören İstanbulluları o sahilde bırakmak istedi.

Kalbini koparamadığı için günler geçmiş olsa da, T. hatırlanıyordu. Güneş yerine birkaç gündür yağmur yağdığı için "yağmurda taksi bulamayan İstanbullular" daha fazlaydı. H. "onlarla arkadaş olsam, en azından yaza kadar" diye düşündü.

Friday, April 10, 2015

Hesaplaşma günü ya da kötü grenler

Günlerden sıradan bir gündü aslında bugün. Güneş beklenen saatte doğup beklenen saatte batarken İDO’nun seferleri hariç şehirde önemli bir değişiklik olmadı. Halkın önemli bir kısmı beklenildiği üzere Cuma akşamı planları yapmıştı, göreceli olarak daha özel restoranlar rezervasyon kabul etmişti. Valelerin izinsiz günüydü, Taksim’e çıkan tüm yollar ve füniküler kalabalıktı. Kadıköyün rengi günün sonunda taksi sarısı olacaktı.

Sabahtan beri içimdeki burukluğun cevabını aramaya çalışırken ben, bir anlamda yine sıradandım. Son bir aydır böyleydim.

Her şey “BirMaraton” ile başlamış ve “She’s gone” dedikten sonra daha güçlü hale gelmişti. Gece gelmiş, dibimde, beni sorguya çekiyordu, ıssız, yorgun beni.

Kadıköy sokakları eski sevgilileri affetmez. Bir şekilde karşılaştırır. Bu gerilimi O da yaşamıştır, yaşayacaktır, bugün ve sonraki günlerde.

Peki neden bütün bu olanlar? Soruyordum.

“Neden bugün Sen, diğer insanlar gibi kafanda gündelik sorunlar değil de böyle çok derinlere, lisede okuduğun Balzac’lara, sonraki Goethe’lere gittin? Tamam, her şeyin dört dörtlük değil bütün bunların bir sebebi olmalı. Kendisine sordun mu? Sormaya cesaretin varmı? Kendisi diyorum ama hangi kendisi. Derdin kiminle?”

Sonra cevaplamaya çalışıyordum.

Bütün derdim neden bu noktada olduğumu bilmemek. Sebebi nedir? “N” ile neredeyse “Ben tamamım” dediğim bir şeyler yaşamaya başlamıştım. Belki bu benim için bir “Tehlikeli Oyun”du ama çayı bazen Ben, bazen O demliyordu. Eşyalarımın önemli bir kısmı ondaydı. Hatta Şule’den ona taşımıştım, malum lojistik sebepler. Benim yerim yurdum mu var? Bütün sıradan günlük sorunları hallettiğimi, artık yeni işime ve yeni hedeflerime rahatlıkla odaklanabileceğime inandığım bir duruma ulaşmıştım. Ya da (eklemekten utanıyorum) “en azından öyle düşünmüştüm”.  Çaylar demleme derecesine göre güzel ya da “standart” olabiliyordu. Bazen garip coğrafyaların garip şaraplarını kırmızı beyaz masa örtüsü ile kaplı (sık sık yıkanırdı) masada içerdik. “N” eğer balık yiyorsak balıkları kafasından öpmeye çalışır, fotoğraflarda ciddiyetsiz dururdu. Tüm güzellikler bizimmiş gibi mutlu olmaya çalışırdık 20 metrekarelik salonda.

Tindersticks’i az dinler olmuştum, bunu bir ruhsal rahatlama olarak yargılamalı mıydım? Caz devam etse de, müzik hiç yetmiyordu sanki. Kulaklıklar uykumda dahi gerekliydi belki masaldan uyanmamak için ama ben "N"nin nefes alışını da sevmiştim. Bütün İstanbul karlar altındaydı ama biz çay demliyorduk, nefes alıyorduk, kombinin kaçı gösterdiğine dikkat etmeden sıcak duruyorduk, 20 metrekarelik salonu olan evde, Bostancı’da.

Bütün bunlar olup biterken arada aklıma Şule geliyordu. Bütün eksik olan şeyleri Şule ile doldurabilir miydim? "N" ile izlediğimiz filmlerde yapmamız gereken ama yapmadığımız yorumları Şule yapabilir miydi? Ya da dinlememiz gerekirken “of, biraz fazla gürültülü değil mi?” diyerek değiştirdiğimiz her bir Art Blakey parçasında bana göz kırpmış olabilir miydi?

Aslında Şule benimle aylarca ve kilometrelerce beraber olduğu için bu tür şeyler normaldi. Atina'ya 150 kilometre kalmıştı, ben Kamena Vourla’da ter içinde bisikletle Atina’ya devam ederken Şule’ye selam göndermiştim. Termopylae kaplıcalarını geçmiştik ve az kalmıştı.. Her şeye az kalmıştı. Ah o "her şey"."

"Ama Şule’den vazgeçip “N”ye giderken, gitmek ne kelime, “N”nin kollarına kendimi atarken bunların hepsini hesaba katmışmıydın?"

Hiçbir şey öyle basit değildi. Uyanmam gereken bir rüyaydı. Bir dala sarılmam gerekiyordu, o an en maceraperest gelen hareketi yaptım. Bu benden beklenendi.
Ben bekleneni yapmaktan haz almam. Toplum kurallarına ters olanı yaparım. Beni biraz olsun tanıyan için “beklenen” işte aslında bu “beklenmeyen”dir.

“N” ile beraberliğim işte bu kırmızı beyaz masa örtüsü üzerindeki şaraplar, Kadıköy’ün ünlü turşucusundan alınan turşular ve her daim demlenen, taze ve garip bitki çaylarından ibaretti. “N” güzeldi, güzellik çekiciydi ve kalıcıydı.

Ama peki “N”nin kendisi kalıcı mıydı. “She’s Gone” sık dinlediğim parça değildi. Tindersticks sürekli konser vermezdi, verdiği konser sayısı benim değiştirdiğim yatak sayısından azdı. Her ne kadar daha önce münferit dinlesem de, "N"nin ani bir dengesizliği ama beklenen hareketi sonucu, kendisinden binlerce kilometre uzaklıktayken bana mesajla “güle güle” demesi sonucunda günlük çalma listesine ekledim.

Gitti. Bitti mi? Bilmem? Ama bilmem gerekiyor. Tüm dünya tek bir yöne dönerken benim farklı düşüncelere, farklı sonuçlara neden tahammülüm olsun?

Kalıcı olmamasını incelemeye çalıştım. Freud ve Lacan yardımcım oldu; sağıma ve soluma oturdular. “N” ile ilgili olarak neler sorundu analiz ettik. Adamların işi bu değil mi?

Birincisi “N” çok güzeldi. Bunu dünya gözü ile gören herkes söyleyebilirdi. Benim de “N”den etkilenmeme tamamen bir sebep olmasa da önemli bir sebepti. Güzelliğin insanın peşinde koştuğu bir şey olduğunu hangimiz yargılar? Aksini söyleyen kendisini insanlığa karşı yargılayandır. Ama güzellik çirkinliği örten bir perde de olabilir? Ayrıca “N”nin güzelliğinin her konuşmada, iltifatta, yorumda, haberde ön planda olması bir yere kadar (çok uzak bir yer değil) kabul edilebilir olsa da bireyin kişiliğini etkileyen bir yargı olduğu için pek öyle kabul görür bir davranış değildi. Ben N”nin güzelliğinden etkilenmiştim ama onun güzelliği benim için aynalardakinden ya da daha önemlisi, benim greni bol fotoğraflarımdaki o “N”den çok daha fazla anlamlara sahipti.

“N”, güzelliğinin getirdiği ilgiden rahatsızdı. Ve benim de böyle bir ilgiyle onunla olduğumu düşünüyordu. Bunun kendisine ve bana bir hakaret olduğunu asla kavrayamadı.

İkincisi “N” pek tanınmamıştı. “N” ile ilişki bir garipti. İlk gün farklı bir evrene dalış gerçekleştirmiştik. İkimizin de veda etmemiz gereken önemli ilişkilerimiz vardı. Yeni gün iki çıplak bedene sürprizler hazırlamıştı ama bunu sürpriz kılan şey hayatın gerçekliği değil, bir önceki gecede yaşananlardı. Ama acaba “N” yarın ne hissedecekti. Ya bütün bunları birden “olmadı ki?” diyerek unutmaya mı çalışacaktı. Ben kadınlara olan inancımı asla bir sabitliğe ulaştıramadım, bu yaşımdan sonra da teori üretmek istemiyorum, kısacası öyle bir şey yok. Kadınlara inanç yoktur, ama kadınlar vardır. Kadınlarla ortak yaşam vardır.

Sonuç olarak sarı ve siyah saçların buluştuğu bir yatakta yalnız uyuyorum ben.

Bütün bunlar beni nereye yaklaştırdı bilmiyorum ama beni eski halimden uzaklaştırdığı bir kesinlik. “Buldumu kaçırma oğlum” diyen büyüklerimizin izinden gitmeyeli çok oldu ama yatağıma giren çokça kadın var, hangisinin bu kadar saç teli kaldı? Ben yaptıklarımın doğru ya da yanlış olduğunu sanırım artık umursamaya başlıyorum. İsimlere başharfinden daha fazla özen göstermem önemli.

Şule Nisan ortasında soğuyan Kadıköy sokaklarında mutsuz, ilerliyor. Kadıköyde neden bir düzen var? Neden sabaha kadar açık mekan hiç yok? “Before sunrise” filmini Kadıköy’de çekmeyeceğimizi üzülerek insanlığa duyuralım. Yarın gazete ilanını vermekle kim uğraşır bilmiyorum.



"Ne seninle ne sensiz" ya da bir garip şiiri

Sokaklarda sen varmışsın gibi, 
Ürkerek bakıyorum beraber kahve yudumladığımız kafelere
Cevapsız bırakıyorum, hızlı adımlarla uzaklaştırıyorum
Garsonların sorularını: "birisine mi bakmıştınız?"

Senden sonra şehir hiç değişmedi,
Sokak isimleri, trafik yön işaretleri, kırmızı ışıktaki dilenciler.
Durdu sanki zaman, sonsuz bir uyku içerisinde, aynı ben:
Hep birlikte "seni bekliyoruz" şarkılarını söylüyoruz.

Belki şimdi sen, uzak şehirde güneşi gördüm diye seviniyorsun,
Benden birkaç dakika daha erken ve daha fazla.
Ve daha sıcak insanları, sakin sokakları, güzel yemekleri.
Artık deniz kokuyorsundur, mavi gözlerinle. 

Sen gittin belki, burada hiçbir şey değişmedi
Bir eksik ya da bir fazla,
Milyonlar için;
Birşey değişmedi.

Monday, April 6, 2015

Bilmem kaçıncı Ankara

Tüm sokaklar yıkanmak yerine iyice kirlenmişti, çamurla. Sarı ve siyah saç telleri akıyordu kaldırımın kenarından, suyla beraber.

Necatibey'in "N"si bana "Sen"leri hatırlatıyordu.

İşte senden en uzak, sana en yakın yerdeydim.

Sakarya'da aynı leş meyhaneler, yanık, kırmızı simitler.. hiçbir şey değişmemişti. Ankara bana yeni bir sürpriz hazırlamaktan çok uzaktı.

Kötü gün tatil paranla gideceğimiz tüm şehirler bile seni bana Ankara kadar yaklaştırmayacaktı.

Kim der kurak diye.. Ankara çamura ve ıslaklığa doymuştu. Bu hafta, önce Kızılay, sonra Sakarya, Tunalı ve  en sonunda dönüş yolunda trenin tüm şiddeti ile ezdiği raylar, ve raylarda benim gözlerim, ıslaktı.

29.03.2015-Ankara

Tuesday, March 24, 2015

Selanik yokuşu

30 Eylül öğleni idi. Güneş tüm tepelerden kendini sıyırmış hemen üzerimizdeydi. Ufak kahkahalarını duyar gibiydim. Bisikletim beni üç tam gündür taşıyordu.

O düz yoldan sonra, yüksekliğimizin değişmediği iki üç virajdan sonra önümüzde korkunç bir rampa olduğunun farkındaydım. Bu rampa iki hafta önce Göztepe de bir bisiklet satıcısında bize bahsedilen "Selaniğin girişi çok zor" denilen rampaydı.

Burası bir otoban gibiydi. Selanik'in doğu yönünde ana girişi, 3-4 şeritlik yol. Yüklü kamyonların yarım yamalak yaktığı motorinden kalan egzosları koklayarak çıkmaya çalışıyorduk. En düşük vitese gelmiştik ama dahası yoktu. Dizlerimin üzeri ağrıyordu ama durmamalıydım. Durunca hareket etmek zordu, yokuştu, çok zor bir yokuştu.

Selanik'e geliyorduk, En önemli duraklarımızdan biri, Ata'nın huzuru.. Selanik'e geliyorduk, burası bizim tüm planlarımızın sonuydu, bundan sonra özgürce Atina'ya inecektik.

Ama Selanik'e gelmemiştik. Bu yol bitmiyordu.. Acaba bitmeyecek miydi? Neden böyle bir yol vardı? Neden denize paralel yollar yapmamışlardı. Mesela "Ege sahil yolu projesi" olmamıştı?

Dizlerimi hissetmiyordum. Bazen bir heyecanla ikinci vitese geçiyor, yaklaşık üç saniye sonra yaptığım ölümcül hatayı anlıyor hemen birinci vitese geri alıyordum.

Selanik'e gelmiş sayılırdık. Çünkü yokuşun çoğunu çıkmıştım. Gider gitmez  Şule'ye geldiğimi yazacaktım. Merakla bekliyor olmalıydı, Belki başka birşeyler meşguldü ama kocaman kalbinin bir kısmı buradaydı.

Hüseyin arkamdaydı, Onun yavaş yavaş sıkıldığını hisseder gibiydim (iki gün sonra pişmanlıklar başlayacaktı).

Tepedeydik. durmuştuk. bitmişti. bundan sonrası yokuş aşağı salınmacaydı. GPS'den bakmıştık sonradan Selanik'in en berbet oteli olacağını anlayacağımız otelin yerine.

Gelmiştik. gün bizimdi, yokuş aşağı yol bizimdi. Telefonun diğer ucunda benimle heyecanı yaşayan Şule benimdi. Selanik İzmir'di, İzmir aşk idi. Aşk? Midilli adasına bakarak sevişmekti.

Gelmiştik, İnmiştik.. Şehrin kaotik, gürültülü ve Büyük İskender'in utanacağı bir takım yollarından sonra dünyanın tüm güzelliklerine gelmiştik.



Friday, March 20, 2015

She's gone

Gökyüzünün mavi olduğunu görmedim burada. Sarı bir kum bulutu üzerimizde. Çöl gibisi yok, renkler soluk, güneş sert ama donuk, hayat yavaş.

Kulaklığımdan söylüyor bir eski dost:

She's gone
And it's quiet now.


C. nin de morali bozuk. O da ayrılmış. Bira içmek için bir yer bakınıyoruz. Yetmeyecek ama olsun.
N. kocasıyla kavga etmiş, huzursuz, "ben burada ne arıyorum" diyor.

Biz ayrılalı iki hafta olmuştu. Ne de çabuk geçmişdi zaman. Bütün güzellikler ne de çabuk yaşlanmıştı. Harcanmıştı zaman, harcanmıştı güzellikler ve ilişkiler. Kuru bir kağıt parçasında birbirimize yazılmış sözler kalmıştı geriye, o bile N(2) 'nin çekmecesindeydi, yakın ama artık uzak mahallesindeki dairesinde pek uğramadığı köşedeki şifonyerin bir çekmecesinde.

C. nin eli eskisi kadar telefona gitmiyor artık. Sakallarının arkasında ifadesizlik saklanmıştı. Hayat garipti. Herşeyin tamam olduğunu düşündüğümüz zaman aslında kaybetmeye başlamıştık. İnsanoğlu niye böyle doyumsuzdu, oysa biraz sakin olabilirdik. Hep koşturuyoruz, sabah uyanıyor, saate bakıyor, "bir beş dakika daha uyuyayım" dediğimizde bile içimiz rahat olmuyor. İşe bir iki dakika geç girince kendimizi suçlu gibi hissediyoruz. Herşeyin kuralı vardı ve biz uymadığımızda cezaları önce kendi kendimize kesiyorduk. Tek bir özgürlüğümüz kalıyordu: ilişkilerimiz. İşte bazıları bu özgür alanda istediğini yapabiliyordu. İşe geç gitmezdik ama sevgiliyle buluşmaya geç kalabilirdik. Anlayış beklerdik, rahattık, huzurluyduk, bu esnekliklerin bizi mutlu ettiğini düşünürdük. Bazıları ise bu yegane alanda da özgür olamıyordu.  Kurallar buradaydı. Belki o kadar unutmuştuk ki özgürlüğü, herşey yanlıştı.

Sonra birileri çıktı "kalbinin sesini" dinle diye eğitmeye çalıştı insanları. Yıllarca çıkmayan kalbin sesini zaten sağır olan kulaklarımız dinlemeye çalıştı, bazen yanlış bazen doğru, dengesiz ilişkiler çıktı.

Ve gitti. 

C. saati umursamadı. N. bardağını bitirmemiş uyuyakalmıştı masada. Televizyonda bilmediğim bir spor müsabakası vardı, insanlar hiç bir şeye odaklanmamıştı. Bizlerin aynı ortamda bulunması büyük şanstı.

Ve bunlar hep tecrübeydi. Ama tecrübe neden kaybetmekle eşdeğerdi. Sorgulamak için iyi bir vakit miydi bilmiyorum. Başlasam da bitiremeyecektim, bir sonuca ulaşamayacaktım. Bir şey değişmiyordu, geri gelmeyecekti, onu istiyormuydum emin bile değildim. Ama bir şişe daha istemeyi biliyordum.

Oldu işte, yağan yağmurun beraberinde getirdiği çöl kumlarının çamurlaşarak üzerime düşmesi beni toprağa yakınlaştırıyordu. Başka neye yakındım, kim vardı? Kaybedenler Kulübü olarak bilmemkaçıncı buluşmamızda yine önce tanrıyı, sonra kadınları sorguladık. Tanrının olup olmadığını ispatlayamadık ama kadınlarla ilgili daha önceki çıkarımlarımızı onadık, karar verdiğimiz fakat defalarca unuttuğumuz ve sonunda bizi tekrar bir araya getiren bu çıkarımları yine unutunca yeni sevgililer yapacaktık.



Monday, March 2, 2015

Aylak adamın sonu ya da bir maraton

“Ben aylak sevmiyorum artık” dedi. Bir türlü ısınmayan yatakta ayaklarını kombi peteğine değdiriyordu. Ufak gözlerinden gözyaşları yüzüne iki beden büyük gelen yanaklarından süzülüp dün değiştirdiğim yastık kılıfına değdi. Gece lambasını kapattım. Sarıldığımda sırtı soğuktu.

E.
Yıllar ülkenin daha kavrulmadığı yıllardı (gezi parkı öncesi). Bursa’da Uludağ’ın gölgesinde tanıştım. Saçları yok denecek kadar azdı, olanların kıymetini bilmek gerekirdi. Kahveyi severdi. (ama çok değil-çünkü çay onun gerçek arkadaşıydı). Kafe Amerikanosu az sütlü değil, çok az sütlü olmalıydı.  Kore’de falan okuyordu. Garip yerlerde masterlar yapmış, ODTÜ’de bile bulunmuştu. “Odtü’lü hatun iyidir” kriterimden artı puan kazanmasına rağmen buna gerek duymadan kontenjanda yerini buldu.

Saçları bazen uzuyordu, ama yine hemen kısacık kestirirdi. Aramızdaki fiziksel mesafede böyle değişkendi. Viber, Skype gibi uygulamalarla haşır neşir oldum. İzmir’de (o kadar da güzel değil bence) bir otelde oturup saatlerce konuştum bu zamanlarda. Sonra bir gün atladım yanına gittim. (ucuz bilet bulamama rağmen). Huzur vardı, yavaştı o. Sakindi, hayatın acelesi olabilirdi ama onun yoktu. Kanı bile yavaş akardı sanki ve bu yüzden sürekli üşürdü. Gecenin bir vakti uyanırdım üşüyerek, bakardım tüm yorgan onun üzerindeydi.

E. iyi bir kız diye çağrıştırılabilecek tüm kriterlere sahip idi. Ama olmamıştı. Mesafe mi demek lazımdı? Tutkusuzluk mu? Yine de uzun sürdü. Geldi gitti ama hep var oldu.

N.(1)
Bu N. yi aslında daha öncesinde tanıyordum. Yine ODTÜ’lü kontenjanından faydalanarak hayatımıza giren bir arkadaştır kendisi. Beni iyi tanıyanların tanıdığı bir kişidir. Yıllar öncesi tanımama, hatta asla unutmadığı sevgilisi (kendisi hala unuttuğunu vs. söylemektedir) ile evde ağırlamama rağmen bir şey hissetmeme rağmen çeşitli kombinasyonların denk gelmesi diyelim, bir akşam bir şeyler olmuştur. Sonrasında tutku zincirleri şeklinde çeşitli yan hikayeler olarak devam etmiştir günlük hayatımda. Toplamda üç yıla yayılan bu süreç çeşitli başka kadınların (buraya yazmaya gerek görmediğim) hayatıma girmesine engel olmamasına ve de mutlu bir sona, yani adı konulan bir ilişki, bir sonuca ulaşamamıştır.

Kendisi ile ilgili blogda bol miktarda yazı vardır, kendisinin de bloğu vardır, arada sırada benden bahseder. Arada sırada derken bir iki kez yani. Hala aldığım çiçekleri saklıyormuş. Başka.. işte fotoğraf falan çekiyormuş. Kalbinin bir tarafı temiz, diğer tarafı kırmaktan korktuğu egosu, tipik bir “insan”. Ama hassas cinsten. Olur öyle. İsmi güzeldir, bana N’leri vurgulamayı öğretmiştir. Peynir seçmek, ev düzmek, MUDO mağazalarından ev eşyası almamak (çünkü renk veriyordu) gibi bir çok şey öğrendim. Öğrenip de sonraları uygulamayı bıraktığım şeyler de oldu. (duş almaktan bıkınca sevişmemek gibi)

N (1) ile E. nin bir dönem kesiştiği rivayet olunur, doğrudur. E. ve N(1) kompleks denklemler olup, toplumsal standartlarda aldatma gibi bir durum söz konusu olmamıştır.

Ş.
Farklıydı.

ODTÜ’lü değildi, Ankara ile alakası yoktu. Mersinli olmasına rağmen Kayışdağı’nda üşümüyordu. Ama sırf sabah erken kalkabildiği için hayatıma girmişti.

İlginç bir şekilde Ş. nin N(1)’e garip bir ilgisi vardı. Ona yazdıklarımı okuyup benden etkilenmişti. Ş. bana N(1)’e göre daha anlamlı şeyler öğretti. Mesela ilişkinin ne demek olduğunu. Hayatımın yarısına çok yakınken bunu yeni öğrenmek de bir garip.

Ş. ile hayatımın en güzel yazını geçirdim. Her akşam bir hareketlilik vardı. Ş. ile bir kez dahi gerilimi yüksek bir kavga etmedim. Londra’nın sokaklarını gezmek beni Ş. ye daha da yaklaştırıyor, Holborn metro (ah pardon, “tube”) durağındaki anlamsız videoyu çeken adam oluyordum. Güvenlik görevlileri yoktu, telaffuzları tekrarlıyordum.

En küçüğüydü Ş. tüm teorilere göre en çocuk olması gerekendi. Öyle değildi.

Sonra hayatıma N(2) girdi.

N(2)
Dire Straits’in meşhur Sultans of Swing’inin yine meşhur “Live Alchemy” konseri performansında, Mark “lead” gitar ile takılırken diğer elemanların yan yana müthiş bir uyumla o gitarları çalışı idi bizim N(2) ile başlangıcımız. İnsan olduğum için günah işleyebileceğim aklıma geldi ve Ş. ile ayrıldım. Ve kendimi N(2) nin koluna teslim ettim.

Aslında hikaye burada başlıyor.

Ya da bitiyor mu desem?

Yıllar içerisinde  dört ana karakter olmak üzere çok sayıda insanın dikiş attığı bir kumaş parçasından biraz daha ileri noktadayım. Birazcık. Aylak aylak gezindim. Terzi aramadım, ama işte İstanbul’da, sonra bazı illerde ve başka ülkede (Burada E. sıkıntı yaratıyor, yoksa hepsi İstanbul semtlerinde) yumurta haşlamaya, mantarlı omlet yapmaya, en güzel çayı yapmaya vs. çabaladım beraberliklerimde. Sonucunda Aylak adamın başladığı, N(1) in bana “nasıl bir yaşam formusun?” dediği, N(2)’nin içine sinmeyen, E. nin umursamadan tatlısını getirip müziğini açtığı (güllaç severdi, dinle arası iyi değil ama), Ş. nin kokmasın diye buzdolabına karbonat koyduğu(sağolsun) soğuk evimdeyim. Ve sanırım bugün artık aylaklıktan istifa ettim.

Maraton:

Niye mi? İki gün önce koşmaya başladık sabah, saat 9 da düdük öttü silahlar patladı. Collesseum güzel gruptu, Rope Ladder to the Moon denilen parçayı yapan insanlar insanların bu müziği dinlerken koşmaları durumunda kalp krizi yaşama risklerini umursamamışlardı, belliydi.

Yanımda onun sarı saçlarını okşamıştım yarış başlamadan. Ne de güzeldi. Yanakları ne de yumuşaktı. Ben buraya, onunla gelmiştim. Onunla gidecektim (biletler alınmıştı). Onunla her yere gider miydim? En azından düşünürdüm. Koşu başlamıştı. Güldü N(2), mutluydu. Bedenine dokundum, sevdim onu, güneş yakışıyordu ona. Benimle gelmişti.

Sonra yavaş kaldı, ilerledim ben. Dönüş noktasında artık çok yorulmuştum. Uzun uzun düşünecek vaktim vardı ama düşünmeye gerek yoktu. Kanım tıpkı E. nin kanı gibiydi, hızlı akmıyordu. N(2) gibi de değildi. İlerledim. Yol uzundu, ama düzdü, deniz önce sağda ve solda idi. Aklıma bir an Kavala’dan Selanik’e giderken Yol boyu denizi seyredişim geldi, bisiklet güzeldi, yeni aldığım ayakkabılarım ise ayağımı ağrıtmıştı. Neden hep bir şeyler eksikti. Bisiklet yoktu şimdi, hem de yasaktı. Müzik vardı ve başka bir Collosseum, Lost Angeles çalıyordu.

Kayıp olmuştum. Aslında maratona kayıt olmuştum ben, iki kelime arasında bir harflik fark ile 5600 kişi arasında birisiydim. Yine de dönüş noktasından sonra N(2)nin güzel ve yorgun yüzünü (finiş çizgisinde tuz birikmiş yüzünü öpmeyi hayal etmiştim çoktan) ve bana şaşkın bakışını gördüm. Aramızda 8 dakika vardı, en az. Sonra bir 10 dakika sonra N(1) in yüzünü gördüm. Yaşlılık ibaresi yoktu, ama benim ısrar ettiğim gözlüğü hala kullanıyordu. En azından kendine baktığının bir göstergesiydi, çok zor ilerliyordu, bitiremeyecek gibiydi, sigarayı bırakmalıydı, ya da başka bir şeyleri eksikti.

Hep bir şeyler eksikti. Döndük İstanbul’a, havalimanında trafikle beraber. Eksikti işte, olmayacaktı, bakışından belliydi iki haftadır ama biz playback yapıyorduk, kötü bir albümden. Ş. elinde sinema tarihi kitabını okuyordu, kalbi temiz, vicdanı hür bir bireydi, cumhuriyet için ideal genç! Belki dersleri vardı bitirecekti. N(1)’i bilmiyorum, çalışırdı heralde, Pazartesi günü çalışmalıydı, böylelikle Pazar günü yaptığı tatil benzeri aktivitesinden dolayı vicdan azabı duyuyordu belki. Bazı insanlar Cumartesi sendromu yaşar çalışamamaktan.

N(2) benimleydi. Sıcaktı. Koşu iyi gelmiş, burnunu daha az çekiyordu. Evet, N(2) hasta hasta koşmuştu. N(2), benim sevgilim, iyi de koşmuştu. Niye koşmuştu peki? Bilmiyorum, sormadım. Ayağım ağrıyordu, uçaktan indik.

Sonuç:

Ertesi gün N(2) ile yolarımızı ayırdık. Koşu iyi gelmemiş olabilir. Detaylar birazdan (3G ile canlı bağlantı!) N(1) den zaten haberim yok. Seviyeyi koruduğu ilişkilerinde hayatını bavula sığdırma denklemleri kuruyordur bir artı bir artı koca sıfır evinde. Ş. ise iyidir, onun kötü olma şansı yok. Mutluluğun içsel olduğunun bir ispatı olarak müzeye konulması gerekir Ş. nin. Ama mumyalanması lazım, esmer olduğu için çabuk pörsüyecektir. E. ise, unutulmadı. Hala haber alınabiliyor, dün Incheon havalimanında sonunda üç-beş “ooooo” eklenen kelimelerle karşılanmış, Kore’de.

Wednesday, February 11, 2015

Kum fırtınası

On gün oldu senden ayrılalı.. Kum fırtınası girdi iki sıcak kalbin arasına. Mesafeler kolay, mevsimler zordu.

Özledim seninle aylak aylak dolaşmaları, Kadıköy'ün adı sürekli değişen barlarına uğrayarak saçma danslar etmeleri, Karaköy'de turşu suyu içmeleri, Beşiktaş kahvaltılarını..

Özledim ama sana söyleyebildim mi yeterince.. Yeterince hissettim de aşamadım mı mevsimleri.

Sonu olmayan mevsim yoktur. Mevsim hayatın ilerlediğinin kanıtıdır. İzin ver, zaman geçsin.. İzin ver zamansız sevgilim, mevsimler bitsin. Sen kalbimden daha uzağa gidebilir misin?

İnsan kendi kalbine uzak kalabilir mi?

Monday, January 26, 2015

Bir kadın

Bir insan sevmiştim. Sevmek derken böyle şarabı sever gibi değil. Çünkü şarabı alırken seçersin ve genellikle iyi hissettirir.

Seçmemiştim. Parça parça da olsa yıllarca süren bir iletişim vardı, arkadaştık. Ama yalnızlığın yakınlaştırdığı bir akşamda "ne kaybederiz ki?" diye daha da yaklaştık ve bir öpücük doğdu. Ne kaşından, ne gözünden etkilenmiştim. Konuşmasından, takıntılarından ve tamamıyle kendisi olmasından hoşlanmıştım belki.

Daha sonra onu görme sıklığım giderek arttı. Hislerimiz ilk başta karşılıklıydı belki. Ben İstanbul'un orta yerinde, Şişli de onun anlayamadığı bir yaşam formuydum, o ise gitmesi gereken yere giden, yapması gereken işi ne pahasına olursa olsun yapan, ya da yapmaya çalışan birisydi. İlk bu akşamlarda sıcak şarap içmeye başladık, kendimiz yapardık. Yine bu zamanlarda arkadaşça sevişmelerimiz de gittikçe tutkulu olmaya başlamıştı.

Kadınları anlama konusunda gerçekten sıkıntı çektiğim zamanlardı. Tarabya sahilinde, koca şehirdeki iki yalnız Ankaralı kadar yan yana, kol kola, dudak dudağa kadar yakındık.

Çok geçmedi, biz aslında hiçbir şey olmamıştık. Ben öyle zannetmişim. Tüm güzel duygular ve kelimeler, çeşitli oyunlarla yanlış anlaşılmıştı. O uzaktayken daha da uzaklaştı. Ben soğuk bir Kayseri gününde sonuna kadar yalnızdım, o ise bana "yoksun" diyordu.

Mevsim değişince müthiş bir tutkuyla geri döndü. Yeni evine taşınmıştı. İlk buluşmamızda kendisinden asla beklemediğim bir şekilde beni evine kapatmış, aylardır biriktirdiği tutkuyu bana sunmuştu. Hassas kalbim zaten onun sevgisine teninden daha açtı. Aşık olmam ne kadar kolaydı.

Aynı ikilemlerde kendimi bulmam çok zor olmadı. Gel-gitler devam etti. Ve bir gece vakti, hatta sabaha karşı, tüm gerginliklerin üzerime geldiğini hissettim. İlk defa onun yanında o kadar çaresizdim, ilk defa onun korkunç egosunun ve nefretinin ortasındaydım ki, yıllardır ona duyduğum tutkulu aşkın -ki bu aşk için günler, kilometreler harcamıştım- bir girdabın içine çekildiğini gördüm. Ben bunu haketmişmiydim?

İnsan sevmeyi ne zaman bırakır? Sevmek de değil gerçi bu, tutku da var. Kaybolmasını, yitip gitmesini istedim duygularımın, onu unutmayı istedim defalarca. Çünkü artık umudum da yoktu. Saçma olduğunu bile bile üç seneye yakın bir süre günün birinde onunla olacağım umuduyla arkadaş görünümünde kaldım. Evet ona göre arkadaştan ileri değildik. Ben ise daha ileri gitmiştim hatta!: nerden bulduğumu anlamadığım bir cürretle (sevişmelerin sonunda olmalı) günün birinde onunla çoluk cocuğa bile karışabilirmiyim diye düşünmeye başladım. Gerçi bu hayalimde bile çocukları onu tamamlayan bir süs gibi görmüştüm. Aşık adam evlilik planı yapamazmış, o an anladım.

Evet, ne zaman bırakır? Ben tutkumu tüketmiş olmalıydım. İşte bir gece vakti, hatta sabaha karşı tüm gerginlikleriyle üzerime geldiğinde artık gururumun tamamen tükendiğini ve karakterimden taviz verdiğimi anladım. O zamana kadar beklemişim. Belki dozu çok fazlaydı. Belki (belki değil kesinlikle) o gece daha hassastım ve o bunu kullandı. Tüm iletişim kurma çabalarımı elinin tersi ile itti. İşte ben artık onunla tüm iletişimlerimi kesmiştim. Aynı şeyi onun da düşündüğünü, bir daha beni görmek istemeyeceğine de emindim. Hayatını altüst eden kuralları artık umurumda mıydı?

Küsmek ya da başka birşey değildi bu. Tiksinmiştim. Yıllardır yaşadığımız ortaklığın paylaşım şeklinden rahatsız olmuştum, Bir anda patladım.

Tabiki olur. Bal gibi olur. Üç yıldır olmayan şey bir anda olur. Yıkılamaz denilen binalar bir anda yıkılır, gemiler bir anda batar.

O gün sadece umutlarımın, paylaşımsız bir ilişkinin ve gururumun sonu değildi elbet. Benim "beraberlik" kelimesine bakış açım tamamen değişmişti. Aynı durumda bulunan bir çok insan gibi ben de sabit fikirlerle uyandım o sabah, şişlideki 3 odalı olmasına rağmen sadece bir odasında yaşadığım evimde.

Sonra hayatımda aşkın, sevginin, değer vermenin ne olduğunu hatırlamamı sağlayan birisi oldu. Kara kuzum bir gün bile geriye bakmamam gerektiğini her dakikasıyla ispatlarcasına yaşadı benimle.

Bir gün, çok değil bundan iki buçuk ay önce onu gördüm. Olmasını beklediğim yerde, İstanbul'un iki yakasının tam ortasındaydı.

Yıllar önce, bu gelgitlerin "gel" kısımlarından birinde, onu ilk gördüğümdeki heyecanımı nasıl hatırlıyorum. Mecidiyeköy'ün ortasında her zamanki pidecimizde buluşmuş yemek yiyorduk. yemekten sonra ona sarılacağımı biliyordum ve saniyeler içerisinde yemiştim. Ya da başka bir "gelişinde" beni eve bıraktığındaki "öpebilirmiyim" soruma "tabii" cevabı verdikten saliseler sonraki öpüşmemizdeki heyecanı. Oysa artık onu görünce hiç bir yumuşak duygum kalmamıştı. Nefret de değildi bu. Tüm güzellikleri hiçe saymasının bende yarattığı derin hüznün artık asıl sahibine, yani kendisine göndermemdi. Ben mutsuz değildim, artık mutsuz olamayacak kadar huzurluydum.

Umut bittikten sonra yıllarca güzel bulduğun şeyler bir anda değersizleşiyor. En değerli sözlerin yazılı olduğu en temiz kağıt bile olsa, yandıktan sonra mürekkep izlerini çok zor anlarsın. Yıllarca yakmak için uğraştığım, bana başka çare bırakmadığı kendi hatırasını kendi kibritiyle yaktı. O gün canım acıdı. Ama en parlak alev genellikle en kısa sürede söner.

Şimdi arada sırada aklıma geliyor. Geliyor ki hala adına yazılar yazıyorum. Mahkum duygudan kurtulduğum için mutlu, ondan nefret etmediğim için de huzurluyum.



Thursday, January 1, 2015

Bir gece kaçamağı

İstanbul'a kar yağıyordu.

O'nun uyuduğunu görünce çıktım. Kalın kaşmir montumla Macar kanyağı dolu mataramı almıştım. Kulağımda O yatmadan hemen önce dinlediğim bir Borodin Quartet tarafından çalınan Schubert ezgisi vardı.

İstanbul'a kar yağıyordu. Dizel arabanın iç gıcırdatan ilk sesi ile üşüyordum. Beyazlar üzerinde dans ederek iniyordum şehre. Bütün trafik ışıkları sararmış ve yanıp sönüyordu. Tüm yollar benimdi. Şehir Prag'ın kardeş şehri olmuş, zaman eskidenmiş ve ben de Elbe nehri kenarına gider gibi gidiyordum Kadıköy'e.

Kapısını tıkladım. Yorgun yüzünü anca seçebiliyordum karanlıkta. içerisinin ışığını da açmamıştı. O sersem, ben sarhoştum,

Sorularıma cevap vermesini beklemedim. Onu dinlemek için gelmemiştim bu mesafeyi. Dudaklarının hareketlenmediği anı yakaladıktan on saniye sonra sıcaklığı henüz geçmemiş pembe nevresimli yatağındaydık.

Sığınmıştım. Kar durmamıştı. Uzaktaki barlar sokağındaki son sarhoşların naraları ufak bir tizlikle duyuluyordu. Acaba böyle duyulduklarını bilseler bağırırlarmıydı? Dışardan nasıl algılandıklarını merak ediyorlarmıydı? Etmeliydiler. Sürekli farkında değil mi bu basit yaratıklar? Tüm yüksek sesle konuşan insanlarda hep bu dışavurumculuktan şüphelendim.

Kadıköy beyazdı. Sigara içmek için ışığı açtı. Saçları omuzlarına düştüğünde orada olmalıydım. Düşünceler mısralarımın önünde olduğunda o şiiri kulağına fısıldamalıydım.

Hoşçakal.. dedim. Şimdi yol yine uzundu. Yol yine beyazdı. Denizin köpükleri görülmeye başlamıştı, güneş elbet doğuyordu ama biz göremiyorduk.