Saturday, December 29, 2012

Soğuk

Yeni aldığım dijital makineye hala alışamadım, yabancı geliyor, almamalı mıydım? En kötü albümü bile on kez dinlersen sevebilirsin demişti bir arkadaş, albüm olmasa da başka alanlarda tekrarlama ile sevilebileceğini anlamıştım. Bakalım..

Sunday, December 23, 2012

Gren 2.

Noktalar yapboz gibi tekrar dağıldı, ben kum tanelerinden kimi zaman bir portre, kimi zaman bir akış resmettim.

Portre dediysem de o da bir akış. Sen bana poz verdiğinde sabit kaldığını düşünsen de aslında kafanda çok şey geçiyordu. Neler düşündüğünü asla öğrenemedim ama en azından,  o zamanki tahminimde yanıldığımı çok sonraları anladım.

Yanlış bir zamanı resmetmiştim belki bu kum tanecikleriyle. Sevmiş olsam da, başarızdı bu eser.




Oysa kafandan geçenleri daha iyi anlatabilirdim hareketli bir fotoğrafla, insana dinginlik veren bakışın yanıltıyor fotoğrafa bakanı, kaosu bu şekilde resmetmem ben.

Biraz daha hareketli olmalısın artik benim 35 mm'lik çerçevelerimden 1mm'lik yer kapabilmek için ama. Sen uyurken bile benden şüphelendiğin sürece artik durgun fotoğrafın yok, kalbin ve aklin gibi bulanık olacak ya da hiç olmayacak.

Koşmalısın, çok koşmalısın ki ben hareketi göreyim. Işıklar süzülsün ardından, ama yetişemesin sana karelerimde.


Sonsuz bir hareket olduğunu kabul ediyorum. Bütün bunların arasında sıkışmış ve beni düşünüyorsun belki de, umutsuzca. Hiç mi gücün kalmadı? Adim atmaktan bu kadar mı korkuyorsun, pes etmek bu kadar mı tatlı? Kaybetmenin hafifliği güzel,  biliyorum ama kazanacakken bunu yapma.

Uzattım yine, sonra fazla pozlanmış olduğunu anladığım bir fotoğraf oluyorsun, beyazlar her tarafında, bir tek gözlerin ve diğer vurguların beli.




Karanlık bir adamım ben, biliyorsun. Sen, sabah uyandığında kalın siyah perdeyi sonuna kadar açan  (çıplakken sadece yarısını açıyordun, kabul) birisi olarak karanlıklığımla ne kadar katlanabilirdin ki? Beni aydınlatmak için mi kolumdan tuttun sürükledin güneşli Karadeniz plajlarına (Marmara pisti, evet)  götürdün? Ayaklarımız kumlara gömülü fotoğraf çektin her dokunuşunda beni hatırladığına yeminler edebileceğim fotoğraf makinenle?

Aydınlanmadım diye mi vazgeçtin çabandan? Ege güneşi belki de buna sebepti.

Dedim ya, sen artık kaossun. Tek bir anlamın yok, tek bir güzelliğin yok. Seni seçemiyorum bana sunduğun farklı zamanların arasından.



Seni sana bıraktım. En sevdiğin insana. En sevdiğin yalnızlığına. Evi ısıtmak için daha fazla doğalgaz faturası ödemeye mecbur bıraktıysan beni, senin durumunu hiç düşünemiyorum, onca sıcaklığına rağmen üşüyen birisini.




Saturday, December 22, 2012

Geç.

Yazdım, aklımın bir köşesinde sen varsın. Saatin kaç olması ile ilgili değil bu mevzu. Kaç kez telefonu elime aldım yine bugün ve aynı kez bırakmak zorunda kaldım. Arasam, sana ulaşsam sesini duysam, gözlerimi kapatsam en azından ilk olumsuz kelimelerine kadar güzel geçer mi?

Kaç kez cesaret etme çabasına girdim kapına gelmeye. Adını tam hatırlamadığım sisteni bulabilir miyim, güvenlik görevlisi ile münakaşaya girmeden daire numaranı öğrenebilir miyim, kapında bekleyebilir miyim?

Hava da soğuk, kapında beklersem donar mıyım?


Kısaltma

Adını üç harfe indirdiğim andan itibaren,
İnanılmaz zaman kazandım.

Thursday, December 20, 2012

Sabah 2


Bekledim,
Soğuk masada duran sıcak çay bardağına sarıldıkça,
Daha da bekledim.

Gelmedin.

Resepsiyona sordum, garsonlara sordum,
Tüm odalara tek tek bakmaya cesaret edemedim,

Yoktun.

Ve sonra, daha da soğuk olan dışarı çıktığımda,
Ve buz tutan betonun soğuğu,
Ve esen rüzgar beni çarptığında,

Önce soğuktan hafifçe titreyen ince bacaklarını,
Daha sonra aceleci fakat kayıtsızca bakan yüzünü farkettim.

Wednesday, December 19, 2012

Sabah

Sabah tekrar seni bekliyor olacağım.
Olanca kırılganlığınla sıcak çay bardağına sarılışını,
yiyeceğin iki zeytin tanesinin yüzünü biraz gülümsetişini,
ve bütün bu yorgunluğa,
şişen gözlerine,
dağılan ve bir türlü toplamadığın saçlarına rağmen,
ezbere okunan yeminler gibi,
yapay zindelikle masadan kalkıp,
işine, en sadık sevgiline gidişini izleyeceğim.

Thursday, December 13, 2012

Gren



Fotoğrafla uğraşan birçok insan gren denilen şeyin ne olduğunu bilir. Ama yanlış da bilebilir. Öncelikle dijital fotoğrafta gren diye birsek yoktur, yüksek hassasiyette (ISO) çekilen fotolarda oluşan noktalara gürültü (noise) denir. Gren ise kimyasal bir olaydır ve sadece fotoğraf filminde oluşur. Fotoğrafın noktalardan oluştuğunu düşünelim, iste bu her bir noktaya gren diyoruz.

Daha fazla teknik açıklama yapmayacağım.

Özellikle iri grenli (coarse grain) fotoğraflar bana fırça darbelerini hatırlatıyor. Sert darbelerle oluşturulmuş bir fotoğraf kazınarak oluşturulmuş tarih öncesi kabartmaları hatırlatır. Ve çamurdur aslında ilk akla gelen, çamurla yapılmış bir fotoğraf,

Neden çamur?
Ben de çok defa sordum, neden çamur diye. Özellikle bayat film performanslarında grenler o kadar büyük oluyor ki, bazen fotoğrafta detaylar belli olmuyor. Bu bahsettiğimi ilford fp4 de ya da tmax larda bulamazsınız. Bunu 6400 ISO ya "push" edilmiş hp5 de ya da Kodak 3200de ya da aşırı zorlanmış ilford delta da bulabilirsiniz siyah beyaz (sb)’da. Renkli için ise kullanma talihini en az 5 yıl geçmiş herhangi bir renkli filmde.

Ben çektiğim nesnede asla detay aramadım. Fotoğrafı elime aldığımda aklıma gelen, düşlediğim, özlediğim sadece yitirmiş olduğum o andı.

Öyle bir an ki deklanşöre basarken neler hissettim… Bana bu dünyayı bir kez yaşamak yetmiyor. Deklanşöre bastığım o anı, sonsuza dek yaşamam gerekir. Neden dijitalle aram iyi değil? Dijital fotoğrafta o anı tekrar yaşama imkanım yok. Ben fotoğrafa bakarken o anı tekrar yaşamam. Çünkü bakmak bana göre değil. Benim gözlerim elimde, emeğimde. Bir analog fotoğrafı yıkamak ve sonrasında baskıya almak, sadık dostum Durst ile tekrar görüşmek, biraz Tindersticks (Ritüel 2) ve hatta biraz Rituel 3 (biliyorum hala yazmadım) eşliğinde o anın tekrar varoluşunu görmek. Bu dünyada bundan daha güzel ne olabilir? Aklınıza başka güzellikler geldiyse, evet, en az onun kadar güzel. Bu yüzdendir ki sevdiğim ile karanlık odaya girersem sonunun oraya varması normaldir.

Gizemli. Hala gizemli. Tüm kimyasal denklemleri bilsem de bu grenlerin tek oluşması gizemli. Bu grenlerden o anin, o duygunun yeniden oluşması daha da gizemli. En önemli gizem ise nasıl olur da buna tekrar ve tekrar ihtiyaç duyarım. İki sene önce sabaha kadar 3 film bastım. O gece ağladım, defalarca dokundum ıslak fotoğraflara, sonra güldüm karışık duygularla. Ama yine de "golden shot" etkisini vermedi, tüketmedi beni, kendisini tükendirmedi. Saygımı hak etti.

Ve grenlerin oluşturduğu her kare kutsal oldu benim için şeytanin fotoğrafını çeksem bile kutsallaştırabilirdi onu.

Tuesday, December 11, 2012

Eşya


Bu günün geleceğini hiç düşünmemiştim. Bu noktaya varılacağını. Belki aramızdaki o güzel paylaşım bitecekti, buna inanırdım ama sonunun böyle kötü olacağını, saygısızca biteceğini, hayır.

Haftalar öncesinde o kötü telefon konuşmasında, her şeyin en dibe atıldığı o konuşmadan sonra zaten yaralı imparatorluğum iyice hasar aldı. Yıkmaktan başka bir çarem mi vardı? Sen de zaten bunu istemiyor muydun?

Tam bir hafta önce sabah gelmiştim. Hatırlamadığım sürece beklemiştim kapında. İçinde boğazın en sakin yerinde “Ankara romantizmi” yaptığımız otomobilinin önündeyken yaşlanmıştım. Arka koltukta yine ayakkabıların vardı. Şimşeğin parlamıyordu, üzerinde sabahın nemi mi vardı yoksa o da mı üzgündü.

Tüm ümitlerimi defalarca yitirmişken, artık kafama kazınmıştı, olmuyordu. Bir gelecekten bahsetmiyordum, olmuyordu, anlamıyordun. Anlayıp da anlamazlıktan gelmiyordun. Kafan basmıyordu, kalbini aldırmış gibiydin. Bana başka çare bırakmamıştın.
----

Şimdi evdeyim. Kanepenin altından eşyalarını çıkarttım. Unuttuğun diş fırçanı ve birkaç ıvır-zıvır eşyanı da buna koydum.

Bir çift ayakkabın vardı kutusunda, onları da aldım. Vücudunun her detayı gibi ayaklarını da hatırladım. Biraz büyük müydü?

Senin “bendeki eşyaların” bunlar mıydı sadece? Düşündüm… Daha fazla bir şeyler olmalıydı... Sabah yediğim yumurtanın kabuğunu hala atmamıştım. Hani ben sana yumurta soyan tek erkektim ya? Sen bunu çok büyütmüştün (senin duygusuzluğundaki birisi ne kadar büyütürse artık), ben ise sevgimi kattığımı söylemiştin (sen orasında değildin belki de?). Bu kabuklar da senindi. Canını acıtmak mı istiyordum bilmem. Bütün bunların soğuk sabah rüzgarı gibi yüzüne vurmasını istiyordum (bundan da hoşlanırdın evet)

Ve istiyordum her şeyin başladığı ilk zamanlardan kalan üç beş hatıramızdan birini, kayda aldığımız fotoğraf röportajını da iade etmeliydim. Çay bardağı ve insan sesleri arasından seçiliyor tatlı sesin (hala tatlı diyebiliyorum).

Sen: Hadi başla, başla
Ben: Hımm, peki bu yola girerken, dönüşün çok zor olacağını düşündün mü?
Sen: Düşünmedim açıkçası, genelde duygularımla karar veriyorum. Yine öyle oldu. Beni nelerin beklediğini bilmemek beni heyecanlandırır her zaman.
Kahkahalar vs… (beni devam etmem için zorluyorsun bu arada)
Ben: Genel olarak hayata bakış açın bu şekilde mi? Her zaman maceraya var mısın?
Sen: Varım!
……
Böyle devam ediyordu. Macera? Sen? Bir terslik olduğunu anlamalıydım?

Her neyse, bir cd buldum ve bu röportaj kaydını cd’ye kopyaladım.

Sonra beni en çok duygulandıran şeylerden biri geldi aklıma. Bir hafta sonu için plan yapmıştın. Hava güneşli olursa şunları şunları, yağmurlu olursa şunları şunları yapalım demiştin. Güneşi ve yağmuru resmetmiştin, kağıt yazını sevmişti, ben o kağıdı sevmiştim. Onu da koydum.

Kahvaltıda yumurta, peynir ve tatlı şeyleri sırası ile yemeni unutmamıştım. Asla karıştırmazdın. Bu düzen değişirse vücudun ne tepki verirdi bilmiyorum görme şansım olmadı. Sadece senin yediğin, içeriğinden pek hoşlanmadığım çikolata kremasını neden orada tutuyordum ki öyleyse? Onu da koydum.

Büyük paketi, ayakkabıları ve senin soyut hatıralarının bulunduğu bu küçük paketi aldıktan sonra arabaya yürüdüm, bagaja koydum ve eşyaları bırakacağım ortak arkadaşımıza, hani şu sen ve ben arkadaş iken ortak arkadaşımız olup da yılda bir kez de olsa kahvaltı vs. yaptığımız üçüncü kişiye doğru yola çıktım.

---

Şimdi tekrar buradayım. Bir hafta öncesini daha fazla düşünmeli miyim? Hava daha güzel, yerler o kadar ıslak değil, senin buralarda olmadığını biliyorum. Karşılaşma riski, karşılaşırsak nasıl davranırım stresi yok. Bagajdan 3 parça eşyanı alıyorum. Ellerim hafif titriyor sanırım… Sanki aylar öncesinden yaşamıştım bunları, tekrarladığım ama başaramadığım bir sahneyi yineliyormuşum gibi. O özgüvenim uçmuş, yerine ezbere davranışlara bırakmıştı. Etrafı inceledim. Bu semtte saksağanlar olmalıydı değil mi bu mevsimde, eski bir dostumun şans getirdiğine inandığı saksağanlar olmalıydı. Her sene bir önceki seneden daha fazla bina yapılan bu semtte artık ağaç kalmadığı için mi yoklardı?

Gergindim. Aynı otoban geçen haftakine göre daha sessizdi. Pazar günüydü. İstanbul, Attila İlhan'ın bakkaldan aldığı ekmek miktarından daha fazla şiir yazdığı İstanbul bir anlamsızdı bugün. Kayıtsızdı, eskitmişti bir sevgiyi, yok etmişti karşılıklı gülümsemeyi. Ağaç dalları kuruydu, çamlar hariç-onların başka çaresi yoktu. Dallar senden daha duygusaldı. Kurumuş olanlar bile.

Kaç saat daha yaşlandım orada, hesaplayamadım. Zili çalıp içeri girdim. Hemen orada ayakkabıların vardı. Çok belliydi sana ait olan her şey. Gözlerimi kapattım. Fark edilmesin istiyordum etkilenmem, temiz kalbiyle bana bu son iyiliği yapan arkadaşıma bu ağırlığı yaşatamazdım.

Senin gittiğin her yerde fark ettiğim “sen” burada da vardın. İzlerin her yerde idi. Mutfakta, salonda, kanepede, masada. Aylar sonra sana ilk defa bu kadar yakındım. Az önce senin gelmeyeceğine olan güvenim yavaştan kaybolmaya başladı. Ya zil çalsa, gelen sen olsan, ne yapardım? Ne kadar fark ederdin orada, her şeyin sen olduğu yerde bedeninin de gelmiş olması ne kadar önemli?

Yok, yok. Bıraktım her şeyi orada. Kafamdakini kazıyamıyorum, kalbimdekine öfke yardımcı oluyor. Usulca çıkıyorum oradan. İncelemiyorum artık bu semti, bahçesinden, ağacından, parke taşlarından otobanından bana ne! 

Monday, December 10, 2012

Sabah

Kış gelince,
Sabah camı açtığımda yüzüme vuran soğuk, seni hatırlatıyor.


Friday, December 7, 2012

Paket

Bende kalan son senlerini toplamaya çalışıyorum.
Ama güzel sesini bir yere sığdıramadım.

Son, son, son makara

Öteki yazım bitmeden bunu yazabilirim.

Son makara (ilford hp5@iso400) baya zamandır Nikon da duruyordu. sonunda geçen haftasonu bitti.

Belki taratırım, hepsini yüklerim ya da bastıklarımı taratabilirim.

İçinde İzmir var, İstanbul var. Seviştiğim kimse yok (var da biraz bulanık çıkmış), en temiz negatif bu işte.

Kontrastı da iyi duruyor.

İyice kurusun ki agrandizöre taktığımda çizilmesin. Film temiz kalmalı. herşeyin başladığı yer o.



Thursday, December 6, 2012

Traum

Düş nerede,
Travma nerede?

geceler boyunca ettiğim küfürler nerede,
"değerli kalsın" dediğin başkasının anıları nerede?

bunun bir tiyatro olduğunu bilseydim,
Faust'a daha çok saygı duyacaktım.

ama günün sonunda, sen anladın:
bir metre bile ilerde değildin.

belki bu yüzden,
farketmiyor,
güneşin doğması ya da batması.
düş ya da travma olması.

Tuesday, December 4, 2012

Capa

Bu fotoğraf çok önemli. daha sonra uzun uzuuun yazacağım.
Cornell Capa, Bolshoi Ballet School, 1958, Moskova

Sonuncu Son


Gerçekten çok zordu buna karsı koymak. Ayaklarım beni sana götürüyordu. Çılgınca şeyler yapmama alıştığını biliyordum. Yine de son konuşmamızdan sonra seni tamamen unutacağımı, sevgimin kokunu kuruttuğumu düşünmüştüm. Kendimle savaşıp durdum ama iste bu saatte, herkesin uyuduğu, Kadıköy Beşiktaş vapurunun motor çalıştırdığı bu saatte senin etrafında bir kaç kez dolaştım, simdi aramızda bir kaç blok duvar kalmış. 

Hava soğuk, puslu, çimler yeni sulanmış gibi ıslak. Uzaktaki otobandan gecen kamyonların hemen yanındaki yüksek katli binalardan yankılanan sesleri duyuluyor. Üşümüyorum, zaten soğuk olsa bile sabahın soğuğunu seviyorum, bilmezsin, senin yanındayken sabahları soğuk olmazdı.

Güvenlik görevlisinin kuşkulu bakışları da uzaklaştıramadı beni oradan. Su an dışarı çıkma ihtimalin var, seninle karşılaşırsam ne yapacağım? Oysa otuz üç gün sekiz saat kırk yedi dakika önce idi seninle son konuşmayı yapalı ve senden nefret etmeye çalışmaya başlayalı. Bu başarımın ardından teslim olamam! Olmalı mıyım? Belki bir yıl öncesine gitmek olabilir ama hayır, bir ay öncesi tüm burukluklar için çok geç olur. 

Değiştiremiyorum hiçbir şeyi. Yüreğim mevsimlerin olusu kesinliğinde dengesizce dalgalanıyor sen gittiğinden beri. Bir bakışın karşılığında dünyaları vereceğim anlar oldu, hemen ardından dünyaları verseler yine de seni görmek istemeyeceğim daha kısa anlar. 

Yapamıyorum, duramıyorum daha fazla burada. Bir an evvel gündelik hayatıma, kafamı meşgul edecek, beni eve gider gitmez uyutacak kadar yoracak, yani seni sadece düşlerime hapsedecek olan işime dönmeliyim. 

Sen duygularını çoktan yitirmiştin ben geldiğimde, o soğuk kış günü, kahve tadındaki dudaklarını ilk öptüğümde bir kıvılcım oluşacaktı belki, günlerce düşündüm, o gün belli olacaktı her şey, bir yerlerde yazmalıydı bu, yazmalıydı kaybettiğin bu duyguları sıcak şaraptaki mandalina tadında bulacağın. Ve sen okuyacaktın, anlayacaktın bunları.  Zaman bulup düşünecektin! Neden her buluşmamızda seni beklettim zannediyorsun? Neden içki içtiğim bardağı arabanda bıraktığımı zannediyorsun?

Artık yorgunluğumun verdiği sakinlikle gidiyorum buradan. Yolları yazlık bir semt gibi parke taşlarından yapılmış bu semtten uzaklaşıyorum. Sana kalsın burası da, yaş ve kuru bütün ağaçlar, sana kalsın.




Thursday, November 29, 2012

İsmi onun adı olan şiir.


Not: Nasıl bir ruh hali yaşadığımı net olarak hatırlamadığım yıllarda bir gün yazmışım bunu. Okulun son günü olması muhtemel. Bütün yaz onu düşüneceğimi mi düşünüyordum, net değilim. Belki hala akıllanmadığım yıllardandı. Nitekim o yaz pek de hareketsiz geçmemişti benim için. Basit hataları vs. değiştirmedim. Genel olarak o yıllardaki neredeyse tüm karamalarımı artık beğenmiyorum. Gereksiz ağır geliyordu. Saflığımı mı yitirmiştim? 
----

Güneş tam tepedeydi.
İlerleyen otobüsün dışında
Uzakta,
Gölgelerinden daha büyük,
İki tepe vardı; yan yana.

Bir adam ve bir kadın,
Bir traktörün üstünde,
Tepelere doğru ilerliyordu.
Her yer yemyeşildi.

Ben uzaklaşmıştım Ankara’dan,
Bir süreliğine de olsa,
Doğduğum topraklardaydım.
Bittiğini bilmediğim bir rüyamda.

Oysa daha dün gibi aklımda,
Ayrılırken,
Şarkısını hatırlatan insanlar.

Ankara, 31.05.2006

Wednesday, November 28, 2012

Aynı Saat Farklı Gün

Kaç gün geçtiğini hatırlamıyorum ama aynı saatler olsa gerek. Çünkü aynı saatlerde uyuyorum yıllardır, farklı saatlerde kalksam da.

Uyumadan önce seni düşündüğüme göre, bu saatlerde olsa gerek.

Seni aradım, yeni gelmiştin, yorgundun. güzel bir ses duyacaktım, soğuk deniz rüzgarı yemiş yüzüm ısınacaktı seni duyunca.

Seni tekrar tanıyacaktım aylardan sonra. Tekrar ısınacaktım karadeniz plajlarına ayaklarımızı gömmeye çalıştığımız günden sonra ilk kez.

Oysa sadece tanımakla kaldım, tekrar değildi.

Umutlarım çoktandır boşuna dönen bir dönme dolaptı.. Yine de ben hoşlanıyordum seyretmekten onu.

Bir makara filmi çekersin ancak yıkadıktan sonra anlarsın yanlış çekmişsin, emeğin boşuna gitmiştir, işte o gece böyle hissettim.

En az bir kişi yanlış yapmıştı.

Friday, November 23, 2012

Tuesday, November 20, 2012

Sweet Sweet Man

Gelecek diye fazla heyecanlanmıştım. Evin her tarafını süpürmüş, hatta paspas gibi ileri derecede temizleme operasyonlarına girişmiştim. Temizlik bittikten sonrada evi tek kirletenin kendim olduğunu hatırlayıp, hemen dışarı attım kendimi, sonrasında beraber geldik.

Gergindi, yorgundu. Daha önce de bu ruh halini onda çok görmüştüm. İşiyle ilgili dengeyi kaçıran her kadın gibi, yoğunluktan da etkilenerek, ruhunu teslim etmişti şirketine.

Saçma sapan bir sebepten kızdığını hatırlıyorum. Belki de domino taşlarının birbiri ardına devrilmesi serisini ortadan yakalamıştım bu ilk öfkede. O ilk taşı kimin, nerede, ne zaman devirdiğini çok düşündüm, yoruldum, bulamadım, bıraktım.

Ama belliydi, bir olumsuzluk vardı. Duşunu aldı, artık beni hiç yaralamayan sigarasını içti, biraz dinginleşmiş görünüyordu. Uyumak istediği belliydi.

Siyah çarşafların karanlığının belli olmadığı zifiri karanlıkta saçlarını okşadım. Sarıldım. Öpmek üzere yaklaştığımda göğsümde elini buldum. Afallamıştım, dur diyordu. "Ben sana demiştim vs. vs." hatırlamıyorum, yaşadığım şoktan belki de. Kendince mantıklı sebepleri vardı elbet, ancak ben, onca sevgimle bile onun mantığına uyamadım, onu anlayamadım, anlam veremedim.

Uyuyamadım yanında.

Kalktım, öteki odadaki kanepeye gittim. Nevresim çarşaf vs. ile uğraşmadan bulduğum kötü bir yastıkla uyumak üzereyken onu yanımda buldum. "Gel" diyordu. Kadınları anlamak dedikleri bu olsa gerekti ve ben yapamıyordum. Ona "hayır, yanında sana dokunmadan duramam" dedim.

Yanıma eğildi, hafif bir gülümseme ile, belki bir annenin çocuğunu severcesine, "Sen çok iyi bir adamsın, seni kaybetmek istemiyorum" diyordu. Bu bir tiyatro sahnesi olmalıydı. Bu kadar dengesiz olmamalıydı. Devam ediyordu "Lütfen gel".

Madem ki bir tiyatro idi ve madem ki çok da sevmediğim, kötü bir tiyatro idi, en çabuk yoldan bitirmek için oyuna katılmak zorunda kaldım. Beraber geri döndük, aylar öncesinde "uyan hadi, kahvaltı vakti" diyerek bana sımsıkı sarıldığı ve sürekli böyle sarılan bir çizgi film karakterini anlattığı yatağa geri döndük. Yanında ölü bir beden gibi uzanarak uyumak zorunda kaldım, bitmesini istediğim bir gündü. Basit bir istekti, tabi ki bitecekti.

Sabah alışkanlıktan sarılarak uyandım. Öptüm, bu sefer tepki vermediğini farketmedim. Dün akşam yaşanan neydi? Rüya olmalıydı. Ya da farklı birisi? İşe geç kalmadığım hafta içi günlerde ve hafta sonlarında olduğu gibiydi her şey, uykuluydum hala, dün geceyi hatırlamıyordum, bu yüzden standart bir sevişme olmuştu.

Bunun bir tekrarını yaşayamam demiştim. Kaldığı öteki gece de tekrarı oldu.

En az birimiz karaktersizdik. İçimdeki masum hisler yok olmuştu. Onun pürüzsüzlüğü ilk o gece zedelenmişti. Mide bulandırıcı bir tiyatronun kurbanı mıydım? Basit düşünüp "yaşadığımız güzel şeyleri düşünmek" bana göre değildi. Kaldı ki çok zor biriken her şey birden mahvedilebiliyordu.

Bir sevgiyi bitirmek için yapılması gereken bir kaç şey var. Öncelikle sevginin başladığı düşünen temel "kaynak"lara saldırılır. Ve bu karaktersizlik ve olmamışlık kurduğum hayaller imparatorluğunu yıkmaya yetti.

Bir tek saygısızlık yapmadığı kalmıştı yine de. Konuşuluyordu arada onunla. Oysa aylar sonra onu da yaparak tüm ihtişamını kaybedecekti. İnsanlara değer vermenin zor olduğu bu dünyada basit kelimesinin iyi olmadığını anlaması zor değildi.






Friday, November 16, 2012

Rolay 35

telefon çalar..
***

Nazmi abi: Efendim,
Ben: Selam Nazmi abi, nasılsın? Ben M.
Nazmi abi: M.?
Ben: Rolay M.
Nazmi abi: Haa, iyilik senden naber?
 ***
İşte bazen –aslında sadece fotoğraf teknikeri Nazmi Kılıçer’le görüşmelerimde- kimliğim halime gelen bir şeyden bahsedeceğim bugün.

Rollei 35, dünyanın en küçük mekanik 35mm fotoğraf makinesi ve Minolta Minox’un ardından da en küçük 35mm makinesi, bende yeri ayrıdır.

Tanışma:
Pentax K10’umun kırılan alt kapağını değiştirmek için bir teknik servis aradım ve sonunda Elitel servisi buldum. Nazmi abi’yi çok da merak ediyordum. Birgün iş çıkışı doğrudan Üsküdar’daki atelyelerine gittim. Çok öncelere dayanan ve o zamanda praktica vs. gibi slr lerle devam ettiğim analog hobimden bahsettim. “Aslında sürekli yanımda yaşayabileceğim ve iyi bir analog makine olsa fena olmazdı” dedim. İlk bakışta küçükmüş gibi düşünülen leica çok da küçük değildi, bunun üstüne çok ağır ve çooook pahalı idi. Voigtlander vs. ise daha ucuz, fakat yine aynı handikapları taşıyordu. Belki bir canonet alınabilirdi.

Nazmi abi ise bana Rollei 35 i önerdi. O ana kadar ismini duymadığım bir modeldi. “Özellikle Sonnar lensli olanı almalısın, mükemmel bir lens, çok keskin”. Bulmanın çok zor olduğunu biliyordu. Türkiyede o ara bir iki tane sahibinden.com ilanı bulmuştum, makineler hem 35 S (Sonnar lensli ) değildi hem kötü görünüyordu, hem de gerçekten pahalıydılar. O’na yurtdışından alabileceğimi söylediğimde “olabilir, önemli olan lensinin temiz olması, lens temiz ise mekaniği bir şekilde halledilir” dedi ve ekledi: “Lensin temiz olmaması makinenin hangi koşulda saklandığını da gösterir, lensi temiz olmayan makinenin mekaniği gerçekten kötüdür” diye ekledi. Son cümlesindeki mantık halen ona duyduğum saygının temelini oluşturmuştur.

Araştırmaya başladım. Almanyada standart bakımdan geçmiş Rollei 35S ler gördüm, fiyatı çok pahalı değildi ancak gümrük ile uğraşmak istemiyordum. Bu sırada İngilterede bir açık arttırma gördüm, satan kişi konuyu pek bilmeyen birisi olduğunu söylüyor, makinenin babasından ona kaldığını, kılıfından çıkarmadığını da ekliyordu. Fotoğraf çok net değildi ancak camı temiz duruyordu. İhaleyi kazandım, aldım.

Çok temizdi. Ancak çalışmıyordu. Hemen Nazmi abiye götürdüm. İlk incelemelerde bulunduktan sonra çok kolay tamir edileceğini belirtti. Aldığım fiyatı sordu ve satan adamın hikayesi ile birlikte söyledim. Yorumu ise “Bu dünyada arkada bir şey bırakmamak gerek” oldu. Nitekim makineyi bir ki hafta sonra tamamen çalışır şekilde aldım.

Alışma
İlk filmde biraz pozlama, biraz da filmi yıkarken geliştirme hatası yaptım. Düşük kontrastlı çıktı fotoğraflar. Ancak lensin keskinliği gerçekten çok belli idi.
İlk Rollei denemelerinden. Düşük kontrast fark ediliyor ancak keskinlik başarılı.
  
Zamanla makineyi tanıdım. Düşük ışıkta pozometresine güvenilmemesi gerektiğini ve diğer hassasiyetleri öğrendikçe kimi zaman dijital yerine tamamen bu makine ile çekim yaptığımı fark ettim.
Makineye alıştıktan sonra bir deneme daha. Kontrast seviyesi daha kabul edilebilir durumda.
Arada renkli film de kullandım. Zaten Nazmi abi beni uyarmıştı: "Eğer genelde siyah beyaz çekiyorsan, bu makine ile renkli film çekme, renkli çekersen bir daha siyah beyaz çekmeyebilirsin" demişti. Makinenin lensi HFT (high fidelity transfer) kaplamalı idi ve bu gün ışığında çok net ve güzel renkler yakalama imkanı veriyordu. Kimi zaman gerçeğinden bile daha güzel..

Rollei ve Kodak renkli filmin buluşması

Tabi ki onun da handikapları vardı. Öncelikle çok hassastı. yarı yolda bırakabilirdi. Kullanılan parçalar küçük ve ince olduğundan bu biraz normal. Odaklamanın tahmini olması da beni çok uğraştırmıştı, özellikle de yakın mesafe/açık diyafram çekimlerinde. Evet, makineyi kullanırken, odaklamak istediğiniz nesneye önce bakıyorsunuz, aranızdaki mesafeyi tahmin ediyorsunuz, daha sonra lensi ona göre ayarlıyorsunuz. Makinenin üzerine takılacak rangefinderlar (ya da telemetre) vardı ancak ben onu bu haliyle kullandım hep.

Sonuçta bir tane daha aldım, bu sefer siyah kasaydı. tüm dünyada 250 bin civarı üretilen Rollei 35S'ten ikisi bende kalmış oldu (Rollei 35 ailesi toplam 2 milyon adet üretilmiş).

Siyah olana pek ısınamadım, ancak orijinal gri olanda pek ayrılacağımı düşünmüyorum.

not: makineyle ilgili daha geniş bilgiyi wikipedia sayfasından bulabilirsiniz:
http://en.wikipedia.org/wiki/Rollei_35








Wednesday, November 14, 2012

Poe

Ayyaş şair serisi gibi bir şey mi yapsak?

Ben Poe'nun şiirlerini okuyana kadar yazdığım mısralara şiir deme cesaretini gösteriyordum.

Şairin nasıl bir üst alemde yaşadığını en iyi anlatan şairlerdendir Poe benim için. Hayal gücü ve tutkunun birleşimini onun şiirlerinde buldum.

Ve Annabel Lee'yi okuduktan sonra da yaşadıklarıma aşk demeden duraksar hale geldim.

Başrolünü John Cusack'ın oynadığı "The Raven" filminde de söylendi bu şiir güzel aktris Alice Eve tarafından. Ancak şair'in kendi sesinden dinleyen Baltimore barlarının müdavimlerini yine de kıskanıyorum halen.
--------

But our love it was stronger by far than the love
Of those who were older than we-
Of many far wiser than we-
And neither the angels in heaven above,
Nor the demons down under the sea,
Can ever dissever my soul from the soul
Of the beautiful Annabel Lee.



Durst

İlk agrandizörüm, bir arkadaşımın bana vermiş olduğu UPA marka idi (Rusça: УПА). Kendisinin "ilk" olmasının dışında hiç bir özelliği yoktu. Oysa çalışması için çok çaba harcamıştım. Yine de bir süre idare etti beni. Bir kez kaza geçirip devirmiştim. Filmi her hareket ettirdiğimde odak ayarını tekrar yapmam gerekiyordu. Oldukça "kütük" gibi olan odaklama mekanizması sayesinde fotoğraf basmak biraz işkence oluyordu.

Bugün bana en sadık dostumu anlatacağım.

UPA ile olan ilişkimi geçirmiş olduğum kaza sonunda tekrar değerlendirdim. Neredeyse elektrik çarpması ile sonlanacak olan kazayı ucuz atlatmıştım. UPA'nın da kafası çatlamıştı zaten. Daha sonra gerek sanal alemde gerek gördüğüm her fotoğrafçıda agrandizör aradım. yeni bir tane almak gerçekten çok aşırı maliyetli idi. Kaldı ki iyi bir araştırmayla bedavaya bile bulunabilirdi.

Öncelikle Bursa'da buldum. Ancak Durst'un çok ağır bir modeli idi, hatta kafası bir tür amortisör ile hareket ediyordu. kargo bedeli de agrandizör bedelini geçince vazgeçtim.

Daha sonra bir sitede ilan gördüm. Üsküdar'ın arka mahallelerinden birinde, kuzguncuk deresi üzerindeki bir gecekondudaydı bu Durst m670. İncelediğimde lambası yoktu ve filtreleri tozlu idi. Ayrıca negatif taşıyıcısı yoktu. Kırmızı filtresi de kopmuştu. Yine de alacaktım ancak yirmibeş liralık pazarlık sonucu sinir olup vazgeçtim ve çıktım.

Ancak ertesi gece kararım değişti ve gidip aldım. Gece diyorum çünkü satan adam fazla mesaiye kalan biriydi. Ek olarak makinenin ne işe yaradığına dair bir fikri de yoktu. Evet, tahmin edileceği üzere inanılmaz ucuza aldım.

Bir cd kutusundan geçici bir negatif taşıyıcı yaptım ve bu şekilde yaklaşık bir yıl kullandım.  Upa'nın kırmızı güvenlik filtresini de Durst'a monte ettim.

Durst ve ben, Mart 2010. El yapımı negatif taşıyıcı sebebiyle bir miktar ışık "kaçağı" oluyordu, 

Onlarca baskıdan sonra apug.org üzerinden tanıştığım bir İngiliz'den negatif taşıyıcı bulabildim. 35mm maskeleri de ebay'den sipariş etmiştim. Artık her şeyi tamdı, kenar mahallede bir gecekonduda çürümekten kurtulduğu için belkide, hiç bir baskıyı yarı yolda bırakmadı.

İtalyanın kuzeyinde zamanında bol miktarda agrandizör üreten bu şirket, İtalya'da olmasına rağmen bölgedeki insanların birçoğu gibi Alman kökenli idi. Bunu şirketin ismi de dahil olmak üzere, bir çok yerde görebiliyordum. Zaten gerek m670 gerek diğer modelleri olsun, mekanik olarak çok üst düzey oluşunda buna bağlıyordum.
M670'in kafasının üzerinde bulunan etiket. Paslanma durmuş durumda. (Temmuz 2012)
Belki onu yıllar boyunca saklayacağım. Hayatımı bir bavula sığdıramıyorsam da bunun tek sebebi bu agrandizördür.





Sunday, November 4, 2012

Saç teli

Ben kaldığını öğrendiğim muhitte yerlerde senin bir saç telini ararken,
Sen her zamanki gibi ruhunu öldürmekle meşguldün. 

Snowy.




There's trains apporaching from either side
Going to jump over those tracks for you
Go anywhere you're going to
I'm going with you.

Saturday, October 27, 2012

Ankara.


Karakteri olduğunu düşündüğüm birkaç şehirden biri oldun. Hem koca şehir olup hem karakterli olmak zor. İstanbul’un karakteri var diyemem, karakterleri var. Bursa’nın hiçbirşeyi yok, İzmir saçma sapan bir yer.

İnsanların bozkırın ortasına bozkır renginden daha kötü renklerle binalar yapması, benzer değerlere sahip bir şekidle çalışması şehrin karakterini kemikleştiren en önemli etkenlerden (doğaldır, yarısı memur ve neredeyse tamamı memur zihniyetine sahip bir kitle). İstanbul’un “kaosuna” karşı pes etmişliğin karşısında sığınılacak bir liman bu denizi dahi olmayan şehir.

Ankara’yı sevmek ve Ankaradan sıkılmak için bana beş sene yetti. Herşeyin vurdumduymaz bir ritüelde, mevsimleri dahi kıskandıracak şekilde tekerrür ettiği, yıllarca hiçbir şeyin, hiçbir yerin, köşedeki simitçinin akşam vakti “3 simit 1 lira” yazısının dahi değişmediği bir şehir oldu hep. O, hayaldeki sevgiliyle karşılaşmadan önce görülmesi gereken, insana çok şey öğreten “aslında çok da iyi olan” fakat mükemmel olamayan bir eski sevgili idi.

Bütün betonarme yapılarında çok belli olan o eskilikten, o yaşlılıktandır belki, Ankarada yaşamak bile bile bende bir nostalji idi (referans: Tarkovsky-Nostalgia). Bu şehir son ziyaretimde beni kuru sonbahar güneşi parlaklığında bile yüzü asık binalar, otobüs sırasına girmiş memur sabrında bekleyen “vatandaş”lar, aradan heran bir Behzat Ç. karakteri çıkabilirmiş havası veren ve hiçbirinin ortalama renk tonu griden açık olmayan sokaklarla karşıladı. 

Yeni yapılan binaların sürekli cam ve alüminyumdan yapılıyor olması dahi bu şehrin yüzünü değiştiremedi. Havaalanında cam blokların arkasından bozkıra bakınca hangi mevsim olursa olsun hep üşümekteyim.

Ankara’nın bu karakteri, bu “Türkiye şartlarına göre” düzenliliği Ankaralı sevgilide bile görülürdü.

Oysa hayat önce yemek ve üremek üzerine kuruldu, daha sonra başka başka keyiflerle ve dertlerle zenginleşti, berbatlaştı ve karmaşıklaştı. Ama sürekli otobüs dolmuş sırası beklemek, yıllarca aynı bara gitmek, aynı şirkette çalışmak, yatak örtüsünü aynı şekilde düzeltmek, hellim peynirini aynı miktarda kızartmak.. bu saçma detayları ilk olarak Ankaralılar  düşünmüş olmalı.

Bir zamanlar viskisi de vardı, bize güzel gelen kızları da vardı. Ama defterin eski sayfaları değil artık, tamamen eski bir defter oldu.

Sonbahar


Sarı renk esir almış bedenini.
Bir mahsumiyeti var,
Hala kırılgansın.

Yürüyemeyen merdiven.

Uzun yürüyen merdivenin cıkmasını beklerken,
Beline sarıldığımda,
Hiç bitmesin istedim bu kısa yolculuğun. 

İşte sana son sarılışım böyle olmuştu.

Thursday, October 25, 2012

Büyük Kara Balık.


Akdeniz kültürünün tüm etkilerini üzerimde taşıdığımdan (made in Çorum) balık denilince yüzgeçlerimde hafif titremeler oluyor. 

Üstat Sait Faik dülger balığını mükemmel bir şekilde tasvir etmiş ki, o hikayesini okuduktan sonra ben hiç bir balığa sadece bir balıkmış gibi bakamaz oldum. Her balığa bir ruh, bir karakter atadım. Her bir balık derken, her bir balık türü desem daha doğru olur. Nitekim bütün hamsiler benim için tek bir hamsi, bütün barbunlar tek bir barbun (bey)'dir.

Onlara bu şekilde bakıp nasıl yediğim konusu ayrı bir tartışma konusu olabilir. Nitekim insan türünü severken de kontrolü biraz bıraktığımda kendimi sevdiğimi yemek üzereyken buluyorum.

Bugün birinden bahsedeceğim.

Fener balığı ile tanışmam çok geç oldu (gerçi hamsi vs. Gibi standart balıklar dışındaki balıklarla genel olarak geç tanıştım). Şeklinin bende uyandırdığı ilk etki herhangi bir insandaki ilk etkisinden çok da farklı değil. Vıcık vıcık iğrenç şekli, kocaman ağzında cüssesine göre büyük dişleri biraz korkutucu olabiliyor. Ancak dikkatle bakıldığında onun da bu estetik facianın derin üzüntüsünü yaşadığı görülebilir. Renginden bile kaybettiği belli olan bu zavallı balık, belki de her şeyden vazgeçtiği için böyle korkunç dişlere sahip olup, hırçın bir yaratık haline gelmiş. Balığa sevgiyle yaklaşmak nasıl olur bilmem ama elimizde iki tane hamsiyle yaklaşsak belki iki muhabbet kurabiliriz.

Fener balığına ismini veren fenerle beraber, eski bir zindanda yıllarca çalışan, elinde feneri olan kambur bir gardiyan aklıma geliyor. Üzerindeki koyu renk eski püskü giysisi ile bu gardiyan, zindanın (denizin) derinliklerinde sadece mahkumları ile samimi olmuştur.

Her ne kadar tek seferde milyonlarca yumurta bırakabiliyor olsa da bundan  "zavallı" fener balığının sevişken biri olduğu gibi bir çıkarımda bulunmayacağım.

Çirkin olan bir çok şey gibi, aslında ilk etapta farkedilmeyen onun iç guzelliğidir. En lezzetli balıklar listesine girmekte hiç bir zaman sorun yaşamayan fener balığı, çirkin yaratılışını sert ve lezzetli eti ile telafi ediyor, Ona saygı duyanları son olarak bu şekilde ödüllendiriyor. 

Küçük olmayıp kara sayılabilecek bu balık için ne soylesem az. Özlenen sevgiliye kavuşmaktan ötedir güveçte kavurması. Orhan Veli’nin söylediğine pek uymuyor, aynada çok güzel değil ama, yatakta - pardon tabakta başka güzel.
  
Fotoğrafını koymuyorum. Burası estetik bir blog.

Wednesday, October 24, 2012

Bu gece


Bu gece, bir telekom çalışanının hatası olmalı sana ulaşamamam,
Yanlış hattı kesmiş olmalı.
Hayalin buradayken sesine ulaşamamak..

Unutmak.


Kaç hafta olmuş bilmiyorum.

Bir kez bile çıkar gibi olmadın aklımdan. Kimi zaman öfke ile, kimi zaman kırık kalbin sızlaması ile aklımdaydın.

Ve yine kaç hafta olmuş bilmiyorum, seni unutmayı unutmayalı. Söylediğin “hayır”lar ve senin gözlerinde gördüğüm sevgisizliğe yenilmişliğin bana yardımcı oluyor.

Yücelttiğin yalnızlığı hep yanlış yorumladığını haykırdım. İstediklerinin hep çeliştiğini. Duymak istediğin en sıcak sarılışı seni en çok sevenden bulacağını en sıcak nefesimle kulağına fısıldadım.

Anladığını sanmıştım. Oysa sen hem beni çok zor anlıyordun, hem de yanlış anladığında önyargını kırmam zamanı geri almaktan daha kolay değildi.

Sunday, October 21, 2012

Buralardasın

Bir gerilim var üzerimde, biliyorum yakın bir yerdesin. Sokak başında karşılaşma ihtimalimiz bile var. Elinde en sevdiğim birayla geldiğin günlerdeki gibi.

Sunday, September 30, 2012

Atlar falan.


Bütün bu ağırlığın üzerime neden çöktüğünü anlamaya çalışıyorum. Tam olarak iki yıl oluyor, bir daha bu şekilde hissetmeyeceğimi düşündüğüm zamandan itibaren. Neden boğuluyorum bilmiyorum.

Bir çare olarak vücudumu sonuna kadar yoruyorum, kilometrelerce yüzüm, onlarca kilometre koşuyorum. Ancak bu durumu daha da kötü yapıyor ve zihinsel durgunluğuma vicudum da katkıda bulunmuş oluyor.

İşimiz gücümüz çözülmezlik. Beynimiz –ya da en azından benim beynim, kısır döngülere girmekten neden hiçbir zaman vazgeçmiyor. Artık düşünmekten zevk almadığımı anlamıştım işte o iki yıl önce.

Son çare olarak dün tekrar odanın ışıklarını kararttım. Geçen hafta yıkanmış bir HP5 vardı elimde. Üzerinde biraz Heybeliada bir iki İstiklal caddesi ve bol miktarda İzmir (Çeşme+Alaçatı) fotoğrafı var idi. Bu arada şimdi farketteim de, ismi geçen bu yerler ne kadar da kirletilmiş yerler aslında. Özellikle de Alaçatı. İlk bakışta “ah Alaçatı, dinginlik, huzur vs.” diyenler olacak ancak herşeyin bir endüstrisi var ve Alaçatı da bu oyunun içinde. Sanırım bir tek Karaburun kaldı.

Herneyse, yıkanmış filmde bazı eksik pozlama hataları vardı. Neden böyle oldu bilmiyorum ama sanırım bir yanlış anlaşılma olmuş makine ile aramda.. Ancak eksik pozlanan kareler çok da önemli kareler değildi.

Belki birkaç tane daha çıkardı ama ben 4 tanesini 18*24 kağıda basmaya layık gördüm.
Bu kağıt meselesi de ayrı konu ama onu daha sonra konuşalım.

Fotoğraf basarken bir taraftan da kendimi tekrar rakı içmeye zorladım ve sanırım bu sefer başardım. İki duble (ikincisi baya okkalı idi) götürüverdim. En son  fotoğraf+karanlık oda deneyimimde arkadaşım olmasaydı kimyasallarla baya bir haşır neşir olacakmışım.

Bu aralar Eddie Vedder’in “In to the wild” film müziklerine merak saldım. Özellikle “society” parçası biraz çarpıcı gibi. “long nights” da fena değil. Bunlara link vermiyorum, videolarını da koymuyorum. Sonuçta bir Stuart değil..

İzmir kordon’da sarışın atlar görmüştüm, fayton çekiyorlardı. Aklıma gelen bir poz oldu o loş ışıkta, birkaç deneme çekebilmiştim.

Bunlardan bir tanesi bana fena gelmedi. Dün bastım. Hareketli nesle flu cıkmış, tamam da hareketsizler de benden dolayı bulanıklaşmış. Belki bu farklı bir estetik katmış. Ama bunu sevdim. Diğerlerini bastırır durumda.

Her rulo filmde bir tane fotoğrafım çıksın. Bana yeter.

Günü yatakta sonlandırdım. Artık onu düşünmeden uyumam gerektiğini son kez, ve en sert şekilde dün öğrenmiştim. Fotoğraf bile basılmayı haketmeden basılamıyorsa, senin değerin ne ki?

Bekleyiş

Az yazıyorum. Aslında var birşeyler de henüz buraya koymadım..

Kafam karışık.

Pişmeden servis yapmıyorum.

Thursday, July 26, 2012

Bir mektup


Merhaba,

Bu mektubu yazmadan önce biraz düşündüm, günlerce kafa patlatmadım ama iki saniyede de karar vermedim. Sizi birkaç gündür görüyorum. İlk gördüğüm andaki etkiyi bu mektubu size verirken de hissediyorum.

İnanılmaz bir güzelliğiniz var. Her ne kadar bu mektubu sizin güzelliğinizi size anlatmak için yazmasam da, sizinle ilgili herhangi bir yazıda ya da konuşmada güzelliğinizden bahsetmeden geçmek çok zor olmalı. Bu belki sizi rahatsız ediyordur. Kendi benliğinizden ötede konumlandırılan bu olgu belki varlığınızı aşşağılıyordur. Bütü bu konular beni ilgilendirmeyen şeyler. Hakkınızda bildiğim tek şey destansı bir güzelliğiniz olduğu gerçeğidir, algılaması en basit özelliğiniz.

Sizin etrafında olup da bunun farkına varmayan birileri var mı acaba? Tabi bilemezsiniz, herkes size güzelliğiniz, doğrudan soyleyecek değil ya da masanıza yaklaşıp bir mektup bırakmayabilir.

Basit bir “çok güzelsiniz” mektubu için biraz fazla cümle kurdum sanırım.

Kendinize iyi bakmanız dileğiyle.

Tuesday, May 29, 2012

Ritüel 2





Sinerji diye birşey var.

Bildiğimiz bir elin nesi, iki elin sesi olayı (ama nedense sinerji demek daha mı hoş?).


Ritüel-1 de karanlık odanın asıl konusu olan fotoğrafı yaratmaktan bahsetmiştim. Bu yazıda da onun ayrılmaz ortağından.

Kimisi için şarap-peynir, kimisi için viski-çikolata, kimisi için çay-sigara ilişkisi çok önemlidir (evet örneklemelerden de anlaşılacağı gibi aklım fikrim hep alkol sigara). Bu ritüller de benim için öyle bir bütünki.. Herhangi birinin eksikliği uçuş hızımı inanılmaz düşürür.

Bu parçaya yönelik binlerce sayfa yazabilir, milyonlarca saat konuşabilirim. Daha da ilerisi, günlerce susabilirim.

İlk dinlediğim günden beri kaç yıl geçti bilmiyorum, ancak bildiğim şey, askerliğimin bir kısmı hariç onu her gün en az 3 kez dinlediğimi düşünürsem sanırım en çok dinlediğim parça da bu olmalı.

Öncelikle ekteki video stüdyo kaydından biraz daha farklı. Stuart abimiz biraz daha içli okuyor. Orada İskoç viskisi daha lezzetli olabileceğinden, uçmuş da olabilir.

Şarkı ilk saniyelerde sornaki dakikaların nasıl geçeceğini hissettiriyor. Klavye girilen an da pilotun kalkış sırasında V1 dediği andır*.


If she'd have known
She'd have shown me
I need to taste her pain
For encouragement



Çok lezzetli bir yemektir, bitirmekten korkarsın ama yersin, lezzetine dayanamazsın. Yavaşça çiğnersin, tat hücrelerinin tamamen uyarılmasını, o anın sonsuza dek sürmesini istersin. Her türlü mükemmel an gibi. Ama tükenecek, çünkü şarkı biter, yemek biter, aşk biter.

Diğer bir çok Tindersticks parçasında olduğu gibi keman yine çok önemli bir enstrüman olarak kullanılmış. Önden davul, hafif gitar tınısı ve klavye beslemesi, hatta Stuartın vokali bile kemanın önünü açmak için kullanılmış gibi.

You hide these things so well, there's no finding
You hide these things so well, there's no finding, no finding


Bundan daha güçlü bir duygusal isyan var mıdır? Stuart'ın "no finding"leri söylerken hiddetlenmesi de bundandır. Eskiyi hatırlamayan sevgiliye ya da seni sevdiğini ikna etmeye çalıştığın sevgili adayına da isyan etmekte kullanılabilir.

Ben çok kullandım, tükenmiyor..

Give up the drugs, take the power I offer
Oh, the deeper I go, the further I fall, the more I know
The tighter your grip around me, so easily broken
Running down your skin


İşte böyle, akar gider kelimeler. Duygular girdabında, hayalet görüntülerle uğraşırken, bu hayaletlerin tertemiz beyaz kağıdı lekelediğini, ve bu lekenin senin içinde biryerleri harekete geçirdiğini hissedersin.

Teslimiyet şarkısı bu benim için. Acının, özlemin ağırlığı ile hareket etmek çok güç, teslim olduğunda ise o kadar ağır gelmiyor. Daha fazla acı çekmene sebep olmuyor.

No finding.















Tuesday, May 22, 2012

Ritüel I



Sanırım fotograf çekmekten çok fotoğraf basmayı seviyorum.  Analog makinede fotoğraf çektiğini anlayamıyorsun, ürünü göremiyorsun çünkü. Oysa karanlık odada uzun süredir beklediğin fotoğrafı görünce çok sevinirsin.. ve bu sevinci karanlık oda kapar. Satışçılar büyük satış yaptıklarında o ürünü üretenlerden daha çok hatır kazanır. Buna benzer.

Demek istediğim, aslolan baskıdır.

Aslında sağda solda okuyacağınız “karanlık oda teknikleri” vs. gibi yazılar kağıt ve film banyolarını son derece net şekilde anlatmışlardır. Hangi filmin hangi ışık değerlerinde hangi kimyasalla kaç saniye pozlanması yıkanması vs. herşey çok nettir. Ancak ben öyle çalışmıyorum genellikle. Genellikle diyorum çünkü bu yazıyı yazarken farkettim de film banyosu yaparken keyfi davranmaya pek cesaret edemediğim aklıma geldi. Geri dönüşü, alternatifi olmayan, belki de en önemli basamak film banyosudur. Bunu bilahare konuşuruz.

Ama kağıt banyosu öyle değildir. Loş kırmızı ışıkta, sonraki yazılarımda anlatacağım diğer iki element ile birlikte bir karanlık oda çalışması demek, aşk demektir. Belki aşktan fazlası. Belki değil kesin. Karanlık odada birisine aşık olabilirsin, ama aşık olduğun birisinde karanlık oda yapamazsın.. saçmalamamak lazım.

Kağıdın özelliğine göre görüntü birkaç saniyede oluşabilir ya da 10-15 saniye bekleriz ve yavaş yavaş oluşur. Hepsinin tadı ayrıdır. Eski sevgiliye karşı hassasiyetin varsa hemen sonuc veren kağıt kalbe iyi değildir. Ben de yavaş yavaş gelişleri seviyorum. Zaten bir çok ritüel sırasında zaman kavramı uçuyor.

Önce koyu renklerin gelişi, portre ise, saçlar ve gözler.

Burnunu seversen beklersin.

Sarışın ise işin zor, daha çok beklersin.

En iyisi sen, “Ritüel 2” yi bekle.

Monday, May 21, 2012

Açılış



Yok hayır, trafikteki kırmızı ışık değil. Arka plandaki fotoğraftan da anlayacağın üzere şu eskiden fotoğrafların basıldığı, “karanlık oda” denilen yerdeki aydınlatma ışığı. Bilmiyor olabilirsin diye söyleyim dedim, bir çok fotoğraf kağıdı bu kırmızı ışığa karşı hassas değildir, bu yüzden bu ışık altında çalışırkan kağıt zarar görmez. (Maalesef film işleme için aynı şey geçerli değil).

Uzun zamandır vardı birşeyler, ancak derleyebilecek motivasyonu buldum. Hem bir nevi arşiv de olsa iyi olur diye düşünmüştüm. İyi oldu.

Konsept:

Oxford blog için derki:

“A personal website or web page on which an individual records opinions, links to other sites, etc. on a regular basis.

Ben de bunu diyorum ya işte, herşey olabilir. Çöken Yunan ekonomisi, gittikten bile ardına bile bakmayan eski sevgili ya da eski kodak filmleri bu sitenin misafirleri olacaktır (eski sevgili gelir mi gerçekten bilmem).

Rastgele.