Thursday, November 27, 2014

Vulut ve yakın dönem sevglileri.

"Jazz standard"lar arasında geziniyordum. Şarap bitmek üzereydi. Dünyadaki tek derdim buydu. Göktürk'ün, Kayışdağı'nın, Ataşehir'in ve bu kentin tüm soğuk aşk yuvalarının Şişli'nin travestilerle dolu bu mahallesindeki evime olan uzaklığını kilometre cinsinden çok iyi biliyordum. 

Burlardaki hava sıcaklıklarını da tahmin ediyordum. Göktürk sekiz derece... evet sekiz derece oynuyordu! Tüm buzlanma uyarılarını görüyordum ona giderken.

Ataşehir, çok fena olmmakla beraber, modern köyün verdiği çıplaklıktaydı. Ay o kaldırım taşından yapılmış sokaklarda bitmek bilmeyen bloklar.

Kayışdağı, adı üstünde.. Doğalgaz faturası manidar..

Vardı.. Ya da en azından yok diyemem sıcak memleketteki sevgililere.. Mesela Mersinli vardı. Benim en büyük kaygım "acaba küçük şemsiyemi mi yoksa büyük şemsiyemi mi alsam" olduğu zamanlar o bana kısa kollu güneş fotoğrafları atardı.

Garip mahallemde, tüm şehrin ortasında, sıkışmış bir şekilde ısınmayı bekliyorum. Birşey olsa, ne bileyim deprem falan, en büyük kaçış planım Beşiktaş'a yürümek, oradan denize atlayıp atalara yüzmek.

Çünkü biliyorum, Burgazada da üstat var. En kötü onun evine sığınırım. Yanakimu kalmamış olsa da ada da bir şekilde yaşarsın. Tüm ada yerle bir olsa da meyve yersin, sebze yersin. Sonra Büyükada'ya yüzersin (yüzdüm), ne bileyim, ölmezsin.

Ataşehir modern köy, Dünyanın en güzel sarı tenli bedenleri orada da olsa bir daha uğramayacağım. 

Ne de Göktürk'te! Adı bilinmeyen, sırf buraya yazmam için özenle seçilmiş olması gereken ve zamanında gereksiz ırkçı bir devlet memurunun haddini bilmeyerek isimlendirdiği bu "köyde" (insanların kökensizlikten kendine köken aramalarına oldum olası gülerim) birşey yok... soğuktan başka. 

Bütün bu ıvır zıvırları bir yana bırakalım Yanakimu. Şimdi hayat kısa (evet, yeni farkettim!). Yani bir kelebekle kıyaslarsan değil elbet ama bir kaldırım taşıyla kıyasladığında bile kısa. Mesela Yedikule surları ile kıyasla, kısa değil mi?

Yapacak tek bir şey var; kimse ile kavgalı kalmamak. Ama bu ne bir öteki dünya korkusundan- ki öteki denilen şeyin ne olduğunu bilmediğin sürece korkmamalısın-ne de vicdan denen kültürel baskıdan. Bu işte tamamen akıl mantık döngüsünden. Tüm insanlık toplam faydayı düşünse kimin kime zararı olabilirdi ki?
---

Vulut başlığı; bilerek Vulut. Bulut zannedip de farklı olduğunu farkettiğimiz şeyler var, olacak.. Ve oraya gittiğimizde bunları değiştirmek için çok geç olacak.





Sunday, November 23, 2014

Oda no: 129

Olabildiğince mistik bir hikaye aslında. Gerçeklerin üzerine çıkmak için bazen rüyalara ihtiyaç duyuyorum. İşin bana ilginç gelen kısmı ise rüyaların da gerçeklere istinaden oluştuğunu düşünmek. Bilinçaltı diye bir kavram var.

Tüm bu gerçeküstülükten sonra geri dönüp bu rüyayı ve onunla birlikte gelen hissiyatı hiçe sayıp gündelik koşuşturmaya devam etmek de garip değil mi? Ne bileyim metroya falan biniyoruz daha bir kaç saat önce "uçarak" seyahat ettiğimiz rüyamızdan sonra.

Dinleme önerisi: Collosseum- Butty's Blues 
---

Bir şekilde kendimi zinde hissediyordum ama çok fazla olumsuz etken var. Hava soğuk. Koşmaya devam ediyorum yine de. Ah niye adam gibi yol yapmadılar buraya; ufak tefek taşlar var. Belediye başkanını çağırın -hayır şimdi olmaz, daha önemli işlerim var-. Hem onun da önemli işleri olabilir. Adam birşeylerin başkanı. En iyisi koşmama devam etmeliyim. "Aman dikkat et sakatlanma oğlum" -derdi, beni görseydi. Onun umutsuzca yapmamı engellemeye çalışmaları ne zaman işe yaradı ki. her kar yağdığında, yüzüme yediğim kartopları sebebiyle hasta olacağımı bile bile yine çıkmadım mı arkadaşlarımla beraber. Hem bir seferinde dev bir kardan adam yapmıştık ve o kışın bitmesini istememiştim, erimesinden korktum. Oysa bir sabah uyandığımda başka çocuklar kolunu kopartmıştı adamcağızın.

Koşmaya devam ediyorum. Adalara gitmem lazım. Orada olduğunu düşünüyorum. Üç katlı, denize nazır, 1970 lerden kalma, hastane şeklindeki bir otelde olmalıydı. "İnsan bu mevsimde ne yapar orada?". Ne bileyim ne yapar, gitmeliyim işte bak ne kadar yakın. Hadi koş (hem sen ne ara geldin!). "Vapura bineceğiz değil mi?" Bilmem hiç düşünmedim. "N.. Nasıl ya?". Ah evet deniz. Ama süper hissediyorum bak, bence gideriz, hem öyle çok dalgalı da değil. Hem aradaki adalara çıkarız orada koşarız kenardan. Unutma enerjin hiç bitmeyecek.

Bazen Güneş de doğdu. Hani Çanakkale'de eylül sonu denize girersin, deniz sıcaktır ama çıkınca üşürsün de rüzgar olmaz ve güneş var ise bir an ısınırsın, hah, aynen öyle hissettik.

Denizi daha tuzlu zannediyordum. "Tuzu bitti". Nasıl ya? Denizin tuzu hiç biter mi? "Biter tabi ki; diyabet vs. derken organik deniz tuzu moda oldu. Her restoranda masalarda öğütücüde antrikota sıktığın tuz yüzünden bitti, kalmadı. Alabalığı koysan yaşar artık burada". Dur iki dakika yüzüyorum. Ah evet Güneş çıktı, thanks God. "Ne oldu, inanmaya mı başladın God falan?". İnansam niye başka dilde söyleyeyim. "Ne bileyim, İngilizce bilmiyor mu?".

Belki on onbeş kilometre koştuktan sonra girdiğim deniz soğuk olmalıydı ama ben sıcaktım. E yani kaç kilometredir yüzüyorum.

İlerde bir ada gördüm. Oraya doğru ilerliyorum. Ama ada gibi değil, travertenler falan var. Kıyısına çıktım. Burada biraz daha koştum. Ayağıma batan çakıl taşlarının kimisi ıslak ve serinken kimisi güneşte kızmış. Neden hala yorulmadım. Az mı kaldı sanki? "Bilemiyorum.. Ufukta birşey yok." Yine mi sen? Beni niye takip ediyorsun? "Boşver Sen onu, devam edecek misin? Bak hiç birşey görünmüyor etrafta. Hadi dönelim, marketten ucuz bir şarap alırız, Bostancı'dan Şule'yi alırız.. Kahve içeriz. Latte sever, hem de non-fat". Ne oldu, ayıp bir şey mi söylüyorsun tanrıdan kaçmak için ingilizce konuşuyorsun! "Yok..şey.. kızma, Şule öyle derdi diye şey ettim.." Ha evet Şule. Şimdi onun yanında sıcak yatakta uzanmak vardı. Sabah akşam hep sıcak hep güzel kokardı. Bütün hafta içi erken kalkmalara küfrederek işe giderdik. Haftasonu da bir şey yapalım diye erken kalkardık. Ben sana doyamadım ki Şule! Ama Sen hala non-fat latte diyor ve beni unutuyorsan ben koşayım? "Unutmadı ki???" koştum.

Ve tekrar deniz. Çok açılmış olmalıyız, deniz biraz tuzlu değil mi? "Evet, sanki Portekiz kıyılarındayız.. Ah Atlas okyanusunu da pek bir severim" Saçmalama, hala İstanbul'dayız. İlk göreceğimiz insandan bunu anlayacaksın. Çıkarcı ve yitik insanlar. Birey olmayı başkalarını ezmekten geçtiğini düşünenler sizler.. "Biliyormusun, Atlas ile Aşil'i hep karıştırırım." Yuh. Biri okyanus işte dünyayı taşıyor falan. "Ama neden öyle diyorsun, dünyayı taşırken onu vurmadı mı Paris?". Ahah, hayır tabiki!!. Gerçi bilmiyorum. Belki dünyanın şu anki halini özetledin.

Deniz iyice sığlaştı. Ah, bak işte güneş hala sıcak. O kadar da üşümedik. Hiç bu kadar nefes aldım mı?. Otelin önüne geldik. Bu nasıl tutku! "Tutku değil, saflık, intikam ve şuursuzluğun bir bileşkesi olabilir ancak bu! Aşil ile Atlası karıştıracak kadar aptal olsam da insanoğlunu çok iyi tanırım". Seni dinleyecek halim yok. Başardım, geldim işte. Bak birisi geliyor, garson olmalı.

-Merhaba efendim, hoş geldiniz
-Odaya çıkacağım. Oda numarası..

"Oda numarasını bilmiyorum da bak tepside kırmızı şarap getirmiş, alsana. Hem bu adamdan anladık mı İstanbulda olduğumuzu?" Bu adam İstanbul'lu değil oğlum.."Bana annem gibi seslenme" herneyse, İstanbulda tepsiyi böyle Casablanca filmindeki gibi taşıyan garsonlar mı var mı? O değil de oda kaçtı. 129 mu 125 mi? "Nereden bileyim, ben mi getirdim Seni buraya!" Tamam sen Atlası düşün.

-Oda numarası 129. Oraya çıkmalıyım.
-Tabi efendim.

--

Uyandım



Thursday, November 20, 2014

Malumun habercisi

Uzunca bir dinginlik, yorgunluk ve insanın zamanının çoğuna tecavüz eden "çalışma" hayatından sonra bir iki kelime.

Bisiklet turu için yazacaklarım hala beklemekte. Bir hafta sonra başlıyor olacağım (evet, geyiğine plaza dilinde yazdım). Şaka değil-her saniyesini hatırlıyorum ve fazlası da var. Eskisi gibi duygusal şeyler yazmıyorum, yok frezyalar falan.. o derinliği kaybettim belki. (belki tüm bu ünlem işaretleri birer baloncukmuş). İşte, sadece çalışma hayatın bitince.

Ama içimde bazı hoşnutluklar kendini göstermiyor değil. Müzik fevkalade birşey. Avantgarde jazz ile yıllar önce tanışmamdan beri pek bir uzağa gidemedim. Eski sevgililerim beni nerede bulacağını hala iyi bilir (çoğu benle ayrıldıktan sonra oraya gitmekten korkuyor-çünkü ben adam yerim).

Sorunlar var, güzellikler var. Bugün bana on dakika boyunca negatif şeylerden bahseden birisine cetvel teorisinden bahsettim. Yıllar öncesindeydi, staj yaparken Süha bey (ismini şimdi hatırladım) bana hayata nasıl zoraki pozitif bakacağını anlatmıştı.

"Bak koçum, şimdi yaşın kaç, 22? bu cetveli al. Ortalama bir insan şu kadar yaşıyor. Yaşını orantıla. Gördün mü nerede olduğunu? Ona göre.. O zaman bile ürkütücü idi.

Sonra ben seneleri bir yerlerde harcarken gündelik konularla ilgilenmemeyi çok geç öğrendim. Göktürk'ten Ataşehir'e, Atakent'ten Bostancı'ya İstanbul'da sabahlamadığım ev kalmadı. Ve ben, otuzuna yaklaşınca hatırladım bugün cetvel teorisini.

Sorunlar var, güzellikler var. Ben güzellikleri seçtim. Onlar için kilometreler, günler önemli değil, harcadım. boş bir yıl geçireceğime dolu bir gün geçireyim. Müziği ucuz bir evde iyi bir peynir yiyeceğime, peynirsiz  Schlippenbach dinleyeyim.



Sunday, November 2, 2014

Ankara!

Güneş battı, daha akşam yemeği yemedik. Yağmur var Londra'da.
Uzaktaki stadyumun ışıkları zifiri karanlığı engelliyor,  Yıldızlar silik beyaz nokta kalmış.
Umut tepecikleri birikmiş, senin her yalnızlığını hatırladığımda.
Ama yetmedi, üzerlerinden zıplaya zıplaya gelmeye.
Ankara'ya seninle buluşmaya. Siyah saçlarında soğukta ısınmaya.


Friday, October 10, 2014

Farsala

Farsala (Greek: Φάρσαλα), known in Antiquity as Pharsalos (Ancient Greek: Φάρσαλος, Latin: Pharsalus), is a city in southern Thessaly, in Greece. Farsala is located in the southern part of Larissa regional unit, and is one of its largest towns. Farsala is an economic and agricultural centre of the region.Cotton and livestock are the main agricultural products, and many inhabitants are employed in the production of textile.

Diyor wikipedia. Benim hikayem farklı.

Yolculuğumuzun altıncı günü sonunda hedef Farsala'ya varmaktı.

Yol uzun, yine yüz kilometreden fazlaydı. Larissa'ya dağların arasından ulaşacak, Yunan otoban görevlileriyle tartışacak mineralsiz kalan Hüseyin'e tuz yedirecektik.

Ama Farsala, tüm karakterini güneş battıktan hemen sonra gösterecekti.

Yolculuğun üçüncü gününde tüm görüntü alan cihazlarım bozulmuştu. Ama estetik hiç bir şeyi kaçırmayan gözlerim çalışmaya devam ediyordu.

Tüm öğleden sonra, Larissa'dan Farsala'ya kadar ufak ufak rakım kazanarak çıkmıştık. İç Anadolu'nun bozkırlarındaki köy yollarına benzeyen yollarda ilerledik. Ufak tepeliklerde "S" çizerek ilerleyen asfalt yolda yanımızdan traktörler ve biçerdöverler geçti. Pamuk taşıyan tırlar vardı ve hepsi bizden daha hızlıydılar.

Yorulmuştuk, beş-on kilometrede bir bulduğumuz ağaç dibinde dinleniyorduk. Farsala'da tek bir otel vardı ve biz ona gidiyorduk.

Hava kararmaya başlamıştı ve biz şehre birden girmeye başladık. Gün boyu kazandığımız rakım birden bize şehri ayaklarımızın altına sermişti.

Ben şu ana kadar onlarca şehre kara yoluyla girdim ama ilk defa bir şehrin girişinden bu kadar etkilendim. Bir ressam olsaydım buradaki kelimelerden daha kolay olurdu o anki hislerimi anlatmak.

Farsala masallardan zorla kopartılıp Yunan buhranına kötü bir yapıştırıcı ile yapıştırılmış gibiydi.

Şehir alacakaranlıkta ışık huzmeleri ile doluydu. Traktörler küp küp pamuk dolu römorklar taşıyordu. pamuk tarlaları ne beyaz ne de karanlıktı. 

Şehrin bir tarafında anız yakılmış, tüm şehir mistik bir duman altındaydı. 

Farsala tüm sürreal görüntülerin birleştiği bir kareydi benim gözümde, ben yokuş aşağı inerken bu görsel zevki doya doya yaşadım.

Şehir özünü saklamadan bizi kucaklamış, mütevazi sofrasını açmıştı. Ertesi gün yolumuz zorlu da olsa, bu şehrin asla sıradan bir yer olmadığını anlamıştık.



Yolda olmak

Yurda döndüm. Yurt demek ne demekse artık. Toprak ile ilişkili olmak ne kadar kötü. Topraktan geldik toprağa gideceğizi de anlamam. Küllerimi denize dökün.

900-1000 km arası seyahatim sonrasında çok fazla birikimim oldu. Bunları bir iki yazıyla paylaşmanın kolay olmayacağını anladım, bir yazı dizisi haline getireceğim.

Yolda olmak, sürekli ilerlemek, bir sonraki günü düşünmek ve arkana bakmamak güzelmiş. Yine de insan yüreğinin bir kısmı arkada kalıyor, yol boyunca onu da düşünebiliyor.

Düşünecek çok şey oluyor yolda.

Yolda olmak pişmanlıkların fayda etmeyeceğini anlamak için büyük bir tecrübeydi. Kaybedilenler düşünülüyor ama önüne de bakman lazım, yön bulman, sonraki gün nerede kalacağını ayarlaman lazım. Yoksa kayboluyorsun bilinmeyen topraklarda,

Geldim, ama yolculuk devam ediyor.



Thursday, September 18, 2014

Kış gibi

Sadece bilmelisin ki
Her kış gibi
Bu kış da
Seninle uyanacağım.

Seninle bakacağım buzdolabına
Reçelden başka ne var diye
"Kahve mi, çay mı?" Sorusunu
Seninle soruşacağız.

Bu kış da
Sen sıcak, ben sıcayacak,
Beraber uyuyacağız,
Güneş batacak ve hiç doğmayacak
Geceler uzayacak, uzayacak
Bir yıl bitecek, şarap bitmeyecek.

Thursday, September 4, 2014

Bu ülke

Bir şekilde bu ülke onu hatırlatıyor. Burayı merak edip durmasındandır belki. Ama bence gelmesin. Her "pub"ın önünden geçtiğinde ve her değişik bir bira gördüğünde aklına geleceğim. Belçikada'ki gibi. Şimdi benim aklıma geliyor ya, alıştım. Nasıl ki yapraklar kopmuyor öyle her rüzgarda, nasılki yine de güneşe bakıyorlar ne olursa olsun, ben de alıştım.

Bazı kuralları değiştiremedim. Denemem bile hataydı. Güneşin batmasını engelleyemedim. Sonra? Sonra birgün oldu ve ertesi gün yoktu. George Orwell in 1984'ündeymişçesine geçmiş yok oldu. Bir gece, yok hayır, sabaha karşı oldu herşey. Polisler şahit oldu, o memnundu.

Rüzgar yoktu, hava sıcaktı, boş bir kola şişesi ayaklarımın önündeydi yere bakarken.

Eski, hafızamda kaldı. Ben kolay olay bırakmıyorum bazı şeyleri. Zevklerimi, tutkularımı. İsimler nesneler değişse de koşuyorum peşlerinden. Şimdi bir çerçeve de güzel ağaçlar ve kuşlar varken bu fotoğrafımda, seni aradı gözlerim, tıpkı Gülhane gibi. Beyaz bir güvercin kondu ve dedi, "burada o kadar güneş yok, o da olmayacak".

Sonra en yakın metro trenine bindim, şehrin öteki ucuna gittim, yağmurun yağmasını bekledim, kuşların göçtükleri ülkelerden geri gelmesini ve bütün bunların sona ermesini. Dünyanın dönmesi dursa ve ben karanlıkta kalsam bile bitmeli..


Wednesday, September 3, 2014

Kuzuya mektup

Kuzuya mektup

Şimdi Sen oradasın ama aklın bende, biliyorum.
Aslında çok da olmadı ayrılalı, esmer tenine dokunmayalı,
Sabah ben heyecanla bavulumu toplarken uykulu
Ve çapaklı gözlerinle bana bakalı çok olmadı. 
Akşamki ikinci sınıf biraların verdiği
Acı olmayan bir sarhoşluk kokusu nefesinde
Bana gençliğinin tüm günahlarını anlatıyor
Ve sana daha fazla sarılmamı sağlıyordu.

İşte o sabah ben senden binlerce kilometre uzağa geldim. Sonu olmayan seyaatlerimin, sonu olmayan yazılarından birindesin.

Şimdi bir tren taşıdığı yüzlerce sarhoşun arasında beni ne kadar umursuyor bilmiyorum.  Yağmur eksik değil burada, senin bıraktığın gibi. İstanbul ne sıcaktı, değil mi?

Ah kara kuzum, şimdi  yirmi milyonun içindesin yine. Oysa seni ne zor buldum. O İstanbul değil mi tüm sokaklarını dolaştığımı düşündüm. İsimleri değişti işte bu sokakların ben seni ararken yıllarca. Sen yer değiştirdin belki, evet, bu yüzden olmalı seni bulamamam. Başka yerlerde başka müzikler dinledik belki, başkalarıyla.

Sonu  yok, dedim ya, kara kuzum. Şimdi uzaktaki ülkede, yağmurlu ve sensiz, her şey kurallara uygun ilerliyor ama sen yoksun. Hatıralar ne kadar yetecek? Neden benimle gelmedin, neden kök salmıştın o kadar! Bir şekilde bizi buluşturan ve adına bazen kader, bazen de daha kolaya kaçmak için tanrı dedikleri şey bize bu şansı daha ne kadar verecek ki? 

Kara kuzum, yol uzun, manş denizi soğuk, güneşleri, kalabalıkları, kebapları ve ikiyüzlü insanların tüm hoşgörülülüklerini orada bırak ve bana gel. Seni bekliyorum, trenden indiğimde.

29.08.2014 / Londra

Thursday, August 14, 2014

Yaz

Oradasın ama orada değilmiş gibi davrandın. Yaz bitti. Tüm güneşler battı ve artık tekrar eskisi gibi doğmayacak.

Yaz bitti ve sonsuz yağmurlarla dökülecek yapraklar. Sarı olacak sokaklar ve Sen, "biz fotoğraf çekecektik" diyeceksin.

Monday, July 7, 2014

Yazmak

Kara bir cuma gecesi sonrasında okuma ve yazma isteğim derin bir yara aldı. Bir gölge gibi yaşamaya çalıştım, ürkütücü olan herşeyden korktum, işte benim bütün zayıflıklarımın ve hassaslıklarımın varabileceği en uç noktaya varmıştım. Dolmakalemin ucuna akan mürekkep gibiydi tüm bu duygusal akışım ve döküldüm.

Defalarca yazmaya çalıştım. Bazen yazabildim de ama olmadı ve sildim bir kez daha düşünmeden. Onu düşünmek, onun etkisinde bir kelime dahi yazmak istemiyordum artık. Yıllardır iyi ve kötü, güzellikleri ve çirkinlikleri ile sihirli bir değnek gibiydi yazarken ama artık ilerlemiyor kalem. Yazarken kalemin ve kağıdın sesi duyuluyor, bilgisayar tuşları büyük davullar gibi gürültülü oluyor. Yoruluyorum.

Ama yarım kalan projemi eski tutarlılığında devam ettirmek gerekiyor. Ondan ve ona dair oluşan duygularımdan fazlasıyım ben.

Herşeyin bedeli ödeniyor.. Eninde sonunda.  

Thursday, May 29, 2014

Bir şiir

Şiir tehlikelidir. Yılların biriktirdiği hissiyatı bir iki mısrada sunamayacaksan girmeyeceksin. Şiir tehlikelidir, sen dünyaları değiştiren birşeyler yazdığını söylerken, aslında sarhoşsundur, sadece senindir şiir ve başkası için bir hiç olabilir.

Şiir sanattır, çünkü estetiktir. Güzelliktir, iz bırakır, herkes kendine yorar, ağlatabilir, ince tellerine dokunabilir.

İşte bu yüzden yazdıklarımın sadece bir kısmını paylaştım onunla. Dünyaları değiştirmedi. Sular hep aynı yöne aktı, yollar hep uzun geldi, telefon hep bir ağır... Ve efkar basar her birini okuduğumda, gece vakitleri Ankara şehirlerarası otobüs terminalindeymişim gibi.

Ama bazen öyle bir kelime vardır ki. Tüm dünyanın boktan sıkıcılığını ve benim büyük kaybedişlerimin üzerinden geçebilir. Aklımı başımdan alabilir. Bu kelimeleri öyle bir kullanır ki "Üstat" gibi şairler, hiç birşey umrunda olmaz. Bazı kelimeler vardır ki fani değildir. En güzel çiçekler bile kururken, en güzel şaraplar mahzenlerinde bozulurken, bu kelimeler hiç yaşlanmaz.

İşte o kelime bütün şiiri değiştirir. her şey sıradan olsun, bayağı olsun. Ama şarabı "aşk"tan olsun.
Aşksız şarap içilir mi?

bize bir masa ayır Yanakimu
Aleksandra'mla benim için
bir masa.
üstü çiçeksiz,
örtüsü gazeteden,
şarabı aşktan,
hem hülyadan.
Aleksandra'm mızıka çalsın
siyaha çalar parmaklarıyla,
güftesi bayağı şarkılar,
adi havalar.
meyhane acı zeytinyağı koksun,

sen hoşnut ol Yanakimu...

*Sait Faik

Wednesday, April 23, 2014

una notte a napoli

"Ahaha şaka yapıyorsun??"
"wtf?"
"Sen böyle müzikler dinlemezdin, Pink Martini falan"
"E hala dinlemiyorum ama gayet güzel"

geçen yıl bu zamanlardan biraz önce böyle konuşmuştuk.

Şimdi ,Roma ya da Napoli'ye tek gitmek zor. Çöp koksa da sokakları, neden bir gece geçirmezsin benimle? Karaköy, Kadıköy, taksimin tüm sokakları ve bütün kıyı sokaklarını yaşamadık mı her nefes alışımızda? Neden hala ürkeksin. Neden ayakların ve kalbin farklı yönlerde. Gel hadi. Gel.. Gel ve beni götür..

in cielo mi portò
in cielo mi portò



Ufaklık

Yumuşaktı yanakları. Belki de en çok yanaklarını öpmeyi severdim. Aynı davaların peşindeydik. O biraz daha düzene uyardı. Biraz daha çalışırdı, ben onun yüksek katlı binasında beklerken.

Şimdi Ben Moskova'da verdiğim sözü onunla başaramadım.
Çocuğumun adını Nazım koyamadım.
Şimdi O, bilmem kaçıncı katta çalışıyor,
Yekpare gökdelenlerde, cam kaplı.

Zaman ilerledi, yol yarılandı.
Ben Şarkışla'dan geçtiğimde,
Gemerek'teki iti de, hatırladım,
Olmayacak geleceğimizi
Ve yarım kalan bebek Nazım'ı.

Biz aynı havayı soluduk,
Aynı çimlerde devrim şarkıları söyledik,
Başkaları ile kol kola olsak da.
Şimdi sen yukarda, gökdelende,
Ben ise bir metro hattında, senden uzakta.
Aklına geliyorum, yaşlandın.
Her soğuk gecede, ufak bir eksiklik,
ismim yedi harfli, telefonum biraz daha uzun,
kalbinin anahtarı yok.
Ne sende ne de bende.
YOK.

(imlalar sonra düzeltilecektir)

Mutluluk

"Sen mutlu olunca yazmıyorsun galiba, acı çekmek yarıyor?"

Dedi. bundan bir yıl iki ay önce. Oysa öyle miydi? ben acı çekmekten bu kadar kelime üretebilmiş miydim yada bu basit bir tarif miydi.

Sokak lambaları yaz ışıltısı içerisinde. piyano tıkırtıları ile gece biraz daha neşeli..
--
Şimdi aklıma geliyor; neden beni hep "kendini üstün gören biri olarak tanımlamış olabilir ki" diye soruyorum.

Her neyse. hiaye o değil, Hikaye bu:
------

Soğuk öyle birşey ki,  60 liraya aldığım kaban ne fayda eder? Uzaktayım yine. Medeniyetten uzakta, onun yanında. Arabalar vızır vızır geçiyor, dudaklarım sadece en seçilmiş kelimeler için hareket ediyor. termometreler eksilerde. Ben onu özlüyorum. (burada sen varsın) (ama artık yoksun)

İstanbul bir yana sen bir yana. Bıraktım hepsini, buraya tekrar geldim. Sekiz yıl aradan sonra, ilk günkü gibi beni karşlılayabilecek misin acaba? Rusçayı unuttum ama hala sana selam vermeyi biliyorum. Ne de güzel kalmışsın. Tıpatıp aynısın işte. Biraz kilo mu almışsın? Arkadaki çocuklar??? Evlenmiştin evet.

Ah, Anna, Sekiz yıl sensiz nasıl geçti diye sorma sakın, tamam mı? şimdi sorma en azından. Çünkü ben bu soğuk Sibirya günü geldim buraya. İstasyonda buz gibi soğuk çeliğin üzerinden her bir boji geçişinde sesi duyuyorsun. Ah, Anna, kalbimi düşün. bu soğukta, sana geldim.

Çay istiyorum, söylemesi kolay, ne de olsa aynı. Yüzün gülmeye ne kadar müsait.. Gözlerinin altı sadece güldüğünde seni  güzelleştirmek için özel olarak yaratılmış olmalı. "Nasıl?" diye soruyorsun. Ben inanmış olsam "Kader.." demek isterdim.

İnanmış olmayı isterdim.

Ah Anna. İşte amansız bir kaç Sovyet askeri ile zorla senden ayrılalı sekiz sene geçti. Sekiz soğuk kış. Kışlar soğuk değil Türkiye'de, En azından buradaki, Çelyabinsk'teki gibi değil. Ama bir Ankara ayazı, sonra da Bilirsin, İStanbul, soğuk deniz havası, sensizken beni pek bir çarpar.

Ah Anna, Kırmızı yanaklarınla bu sekiz yıl ne güzel olabilirdi. Ne kadar da kısa olurdu acısız. Uğraşmazdım bir başıma ufak bir mahallede Yıllarca.

Geldim işte. geçmiş neyi kurtaracak ki? Açtın kapıyı. Çay sıcak.. Hala sıcak bir şeyler var bu kentte. Tren de biliyor musun, Hem de Rosiya'da, sıcak su yoktu. Ben "platzkart"taki birisinden biraz votka dilendim. öyle ısındım. Ah Anna.. O kadar üşüdüm ki.


Bir sabah uyandığımda

Sen olsaydın bu sabah uyandığımda
Saçların dağınık,
ve kıvırcık,
gözlüğün uzakta, onsuz sadece beni görebilseydin.

Bu sabah uyanmadan
güzel bir uykuda olsaydık
yorulmaksızın seviştikten sonra.

Zaman olmasaydı, iki yıl öncesinde olsaydık.
Güneş pencereden içeri girdiğinde neşelenseydin.

Kahve makinesi kendi kendine yapsaydı kahveyi,
biz kokusuyla uyansaydık,
Bu sabah,
Ve saçların yine dağınık kalsaydı.

Tuesday, April 15, 2014

Türk Beşleri

Yıl 1998.

Şaka gibi değil mi? Artık o yıllardan bahsetmek Atilla İlhan'ın şiirlerinde

1949 eylül'ünde birader mırc ve ben
sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık
sana taptık ulan
unuttun mu
sana taptık


der gibi geliyor. 

Oysa yıl 1998 yılında ben bir ortaokulda, menopozdaki müzik öğretmenimin beni müzik dersinden bırakma ihtimaline karşı aldığım "müzik yıllık ödevi" ile tarihe geçmiştim.

Ödev konusu "Türk Beşleri" idi.

Bu adamlara takılan isim aslında "Beşler" (The Five) olarak anılan Rus bestecilerden esinlenilmiştir.

Rus arkadaşlar çok önemlidir. Zaten Sankt Pitirburk aşk ve sanat kokan bir şehirdir. Karın tokluğuna yaşayabilirm. (Şarap ve imperial stout birasız olmaz).
http://en.wikipedia.org/wiki/The_Five_(composers)

Hatta Borodin için yazımız mevcuttur. Buradan.

Her neyse.
Ahmet Adnan Saygun ve Ulvi Cemal Erkini çok severim (Cemal Reşit Rey'i saymıyorum bile) Hasan ferit Alnar ile Necil Kazım Akses ile o kadar haır neşir henüz olamadım.

Bu adamların en sevdiğim tarafı çok güzel Anadolu (Türk demiyorum) ezgilerini modern çok sesli müzik ile buluşturmuş olmallıdır. Köçekçe suiti gibi bir efsaneden bahsetmeden Türk klasik müziğinden sözedemeyiz. Yine AAS nin piyano ve keman sonatlarını bir efsane olarak görüyorum.

İşte yine böyle bir günde, neden ben de yapamayım ki diye bir piyano aldım akustik problemi bol olan boş odama.

Önceden boş bir odam olduğunda şarap yapmak vs. gelirdi aklıma. Şimdi piyano almak, botanik bahçesi yapak geliyor.. Yaşlandım sanırm.

Belirtmekte fayda var, yatak odamı karanlık odam olarak kullanıyorum, sonuçta fotoğraf bloğuydu dimi bu?? saygı lütfen.



Monday, April 14, 2014

kar kesti yolu

Havada güneş var diye ümitlenme. Tüm karamsarlıklar yan kapıda, seni bekliyor.

kar kesti yolu
sen yoktun
oturdum karşına dizüstü
seyrettim yüzünü
gözlerim kapalı

gemiler geçmiyor uçaklar uçmuyor
sen yoktun
karşında duvara dayanmıştım
konuştum konuştum konuştum
ağzımı açmadım

sen yoktun
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi.

Nazım

Friday, April 11, 2014

Kırık bir saksıda yaşamaya çalışan frezya çiçeği

Bir saksıda duruyordu, tek başına, etrafındaki yabani otlara rağmen nefes almaya çalışıyordu. Hassastı, soğuğa sıcağa kuraklığa aşırı sulamaya gelmezdi.Çok güzel olmasına rağmen ona duyulan öfkeden saksısı çatlamıştı.

Dokunma, dokundukça bozacaksın. Bu doğanın bir düzeni var ve Sen ya bu düzenin içinde olacaksın, ya da olmayacaksan da buralardayken uyacaksın. Farkındalık sana sadece biraz daha acı verecek.

Bir düzeni var her ruh halinin. Ve sen en baştan beri yanlış yaptın. Buralarda sana nefes yok, en ufak bir gülümseme yok, istenmiyorsun artık. Kök salma, çek git. Git ki kendine ve rahatsızlık verdiklerine huzur gelsin. 

Krizantemleri kıskanmıştı. Hiç gelmemeliydi buralara. Bir soğan olarak kalmalıydı. hiç toprağa dokunmamalıydı bir şubat akşamı, Beşiktaş'ta.

Güzel frezya çiçeği her şeyden uzak, ama her şeyin dibinde, mutsuzdu.
--

Wednesday, March 26, 2014

Ölüler gibi

Ölüler gibi,
Yalnız yatacaksın,
ve içtiğin bir bardak şarabın,
bir ömürlük hatrını,
ona sunamayacaksın.

Sunday, March 23, 2014

Uzak..ve ben

Bir kaç ay önce yazmıştım. BEN demiştim başlığına.


Bir hafta önce de yazdım tren nakaratlarının bende bıraktığı yumuşak etkiye dair

Kendimi bildim bileli hep birşey aradım. hiç bir zaman "tamam, bu kadar yeterli" demedim. Bu belki herkes için geçerli. İş hayatında deliler gibi hırs yapan arkadaşlarım var. Ya da toplumsal normlara uymak için fazla enerji sarfedenler.

Sürekli imkansızın peşinde koştum. Kendimden kilometrelerce uzaklıktaki insanlara dünyada varolmayan iltifatları ettim. Onlara duyduğum şeyleri başka nasıl ifade edebilirdim? Ya da sabah onun evinden çıkarken yüzünde pişmanlığı okudum kadının ilgisini çekmeye çalıştım tüm gün. o huzursuzluğuna devam edecek ve bana "akşam gelme" derken gizli bir tatmine ulaşacak, bir taraftan da bunu bana "sana senin istediğin gibi cevap verememekten" dolayı iyi hissetmiyorum diyecek, tüm suçu bana atacak.

Ve erkek olmak çeşitli sorumluluklar doğuracak. Sürekli birşeyleri fethetmeye çalışacam sayesinde. Aylar yıllar geçecek. ben aynı döngüde bulacağım kendimi.

Bazen okuyor olacağım her yazısını, kendimden bir cümle bulacağım. sevineceğim, sonra yanlış anlıyor olacağım.

Bir kadına göre geniş göğüs kafesindeki sıcak kalbinde bana ayırdığı yerin hacmini hesaplayarak yoruldum, yazıyla üç sene oldu. Kahve içerken onun gözlerine bakmamdan beri.

Ne ray sesi ne de zaman dilimleri beni ona yaklaştırdı ya da uzaklaşitırdı. Belki biraz kabak tatlısı, biraz peynir. Bunlar yokaa aramızda, aylardır, ne önemi var trenlerin, telefonda geçen yumuşak tonlu konuşmalarının? Çünkü biliyordu ki birşey eksik. daha doğrusu zannediyordu mu desem? Bir şey eksikmiş sıcacık evde yanmayan kaloriferin peşinde, yağmur yağarken tarla sulamanın peşindeydi.

Tren uzunca gitti. güneşle başladı yolculuk Ankara'da, karla bitti Kars'ta. Yaşam en az onun evinin yolu kadar uzun. herşey orada değil, o yolun devamı var. Sen durma.

Devam et.

Wednesday, March 19, 2014

İki peynir, bir şarap ve bir kıvırcık saç

Mevsim normalleri üzerinde hava. Kar bekliyoruz normalde. Uzaktayız.

Şarabı yarıladık. Ray sesleri aynı ritimde gidiyor, kuzey cazındaki kontrbaslar gibi ön planda değil, ama kendini belli ediyor en ufak sohbette, en ufak hatırada, en ufak.... Üç harfli ismini söylediğim her cümlede.

Uzaklaşıyoruz.

Uzak ama ne kadar uzak? Hep kaçmak, doğuya ya da batıya farketmez, kimi zaman yirmi kilometre, kimi zaman tam sekiz bin kilometre oldu aramızda.

Aslında hep bir dünya vardı sen ve benim aramda, aynı yatakta sevişirken, aramızdaki mesafenin sıfırın altına düştüğü anlarda bile.

Ve o dünyada yaşıyormuşuz, güzel peynirlerin seni hatırlattığı dünyada değil.

Şimdi yeni yıkanmasına rağmen üzerinde hala senin kıvırcık saçını bulduğum tişörtümü giyiyorum. Sıcak içerisi, tren hafiften sallanıyor, şarap bitti, uyumalıyım.

Uyumalıyım ve sensiz olan bu dünyaya, yani yaşamak için değil de sırf seni koklamak için çılgınlar gibi burnumdan nefes aldığım dünyayı değil, belki kırk yılda bir sesini duyabileceğim bu dünyaya alışmalıyım.

Senin dünyana.


Friday, March 7, 2014

Bir zamanlar

Sen vardın, ama sadece adını bilirdim. kokunu ya da deli gibi ütülediğin yatak çarşaflarını değil.

İşte o zamanlar ben dolaşırdım İstanbulun ara sokaklarında, bir keskin renk yakalarım diye,

Keskin dediysem de öyle bakma, unutma, analog çekiyordum ben hep, işte siyah beyazda tüm kontrastıyla duracak o kareyi arıyordum.

Bu şey demek değil, nasıl desem, hani sisler perdesinde arabasında simit satmaya çalışan adamın sadece paltosu ve arabasının siluetiyle belli olması durumunda kontrast aradığım anlamına gelmesin, sakın ha.

Mesela senin mahallene gelirken de kontrast aramam, yoksa heyecanlanlanırım zaman çabuk geçer diye, herşey yumuşak olmalı.

İşte, sen vardın, bana karşı okyanus büyüklüğünde beslediğin ama farkında olmadığın duyguların yokken, ben fotoğraf çekerdim ve akşamında evde basardım onları. En büyük derdim, "ah bunları ne zaman dijital ortama aktarırım" oluyordu, eğer şarap içmiyorsam o anda..

Milyonda bir olurmuş, bu kadar ortak yönün buluşması aynı karede, ama yıkarken ve basarken dikkat etmek gerekli. Çünkü sevmek farklı bir şeymiş, tutku benim bilmediğim birşeymiş. Tutku sadece bir kişiye duyulmuş, sonra unutulmuş, o onu bekliyecekmiş, farklı isimde olabilirmiş.

Aha bak yine kaçırdım kareyi, yaşlı adamın hüzünlü bakışı boğaza, yalnızdı sanırım, derindi çünkü bakışı.


Wednesday, February 19, 2014

21:40

Bugün saat 21:40 da alarm çaldı telefonumda. Kadıköy'de bir biryerde demleniyordum yine. sen gideli tam üç gün oldu.

Bugün saat 21:40 da bu alarm çaldı ve üç gün önce, "hadi gidelim" dediğimi hatırladım. Trafik yoktu havalimanı yolunda, ne de olsa günlerden pazar idi.

Beyaz yanaklarının yorgunluğunu hatırladım. Ufak bir öpücükle canlanacaktı. biliyordum. Kalktın, giyindin. Çok uzundu yolun, sıkılmıştın artık saatlerce süren, günün ve mevsimin değiştiği uçak seyahatlerinden. Ama alışmıştın da bir taraftan. Sonra hazırdın birden.

Havalimanı yolundaydık işte, trafik yoktu. Oysa bir kaza olsa ve senle orada kalsak, gidemesek, ilerleyemesek, bir şansımız olsa, ilk defa, birlikte biraz daha vakit geçirmek için. Tüm dünya dursa ve zaman sadece ikimize kalsa.

Öyle olmadı. Havalimanındaydık. Sen içinde kilogramlarca peynirin bulunduğu valizini verdiğinde ben senin saçlarını inceliyordum, gözlük çerçevenin iç kısmının rengi de farklıydı. Dudakların hala kırmızıydı, son öpüşmemizin renkleri yüzünde belliydi.

Bir saat geçmeden Sen, ılık bir Bursa lodosunun bana getirdiği, biraz tebessüm ve bir tutam saçtan oluşup, üç yıldır emek verdiğim, sevgim, benden uzaklaşıyordun. Peşinden gelemezdim, tutuklarlardı beni. Hem nereye sığacaktım. Herkes farkederdi histerik hareketlerimi, yakalanırdım ilk adımımda. Donup kalmıştım ben o an; sen o ilk adımı attığında. Ben orada kaldığımda sen çoktan geçmiştin pasaport kontrolünü ve artık başka bir ülkedeydik.

Yarın yine çalacak 21:40 da. ben seni unutamamanın büyük tembelliği içerisinde tekrar kapatacağımm ve aynı cümlen gelecek aklıma:

"Biz hiç birşey yapmadan öyle dursak yanyana"




Tuesday, February 4, 2014

Lost Angeles

Sokaklar ıslak, yüksek lümenli lambalar yerden sektiriyordu ışıklarını.

Ama şehir cansızdı. Tüm sevgiler bir köşede toplanmıştı ve o köşe bana en uzak olanıydı. Geçen tramvaylar ona gider miydi? Ah.. O deniz, okyanus neredeydi.

Sırtımı dağlara dayayıp koşsam ona, hem de uzunca koşsam -çünkü o hep uzaktadır. Acaba bir İtalyan restoranında sade mantarlı pizzasını sipariş etmiş beni bekliyor mudur? Şarabı seçmek için benim gelmemi bekliyor mudur? Beklemese, hatta yemeği gelse bile bensiz boğazından geçiyor mudur?

Yıllar geçse de kalbinin hep arka kapısından mı giriyor olacağım? Tutku dediği beş harf ise her harfe kaç sene vermeliyim?

Yağmur hızını arttırsa da bu şehir kuraktır. Emek verirsin, toz olur, buhar olur, akan yağmurda sel olur, çamur olur. Bu şehir nankördür, yıllar verirsin bir günde uzun bir beton yolda yok olur, nokta olur, farları görünmeyen bir otomobil olur.

Sevgi dediğin bir şarapla yuvarlanır, kalbe gidene kadar zaman çok olur, zaman çok olunca yaşlanırsın ve hayat yok olur.

Truth that I sing and the words I bring
Are all meant for you
The chairs they are full and the minds they are bare
And it's time I care
Everyone is in town and not much of a crowd
Nobody here where the sun down lies ahead



Saturday, February 1, 2014

Son şans

"Hayatta mucizeler o kadar seyrek oluyor ki, inanmasan daha iyi edersin"

Kafam karışıktı. Bavulum ve biletlerim hazırdı.

Başkasının kurguladığı bir tiyatroda oynuyordum sanki. Gitmek isteyip istemediğimi bilmeden gidiyordum. Ama onu son kez görmeliydim bu gece.

Kapısını çaldığımda üzerinde ufak gözlük figürleri olan pijamasıyla karşıladı beni. Her zamanki gibi evin içinde gereksiz bir sıcaklık vardı, güzel kokuyordu.

Sarıldığımda bırakamadım. İlk kimin bırakacağı hep bir merak oluyordu sarılmalarımızda.

"Gitme de" dedim, "kalayım burada. Sığarım yanına bir bavulla sadece. Huysuzluk yaptığında kanepede uyurum, sorun değil" dedim gözyaşlarımın kapladığı dudaklarımdan çıkan ses ikide bir burun çekişlerimle bozulsa da.

Bir şey demedi. Hiç bir zaman bir şey demedi.

Kalbimin bir tarafı çok istedi arabamın çalışmamasını, uçağı kaçırmamı ve İstanbul'da, onun yanında kalmamı. Ama seneler geçti ve her geçen gün bana tekrar hatırlattı mucizelere inanarak yaşamanın sonucunu.

Ve uçak kalktığında tekrar baktım onun mahallesine, ormanın içinde bir beton gölüydü. Bir tutam sevgi tüm beton gölünü güzelleştirdi bende.



Monday, January 13, 2014

Mozart ve Domaniç yolu

Yarın seni göreceğim,
Sanma ki elim titriyor, nefes alamıyorum
Hayır, aksine gayet ihtiyatlıyım bu sefer,
Her şeyi kontrol ettim, yolda kalmamalıyız,
Sana ulaşmalıyım,
Ve saçlarının iki yıl önceki gibi,
Kısa saçlarının,
Mis gibi kokusunu duymalıyım.

Sonra az sütlü kahveni getirmeliyim yanımda,
Sıcak olmalı, ellerin ısınmalı.

Seni,
Sıcak kalbini düşündükçe,
Binlerce kilometre uzakta olduğunda bile
Hiç yalnız kalmadım.
Şimdi geliyorsun tüm özlemlerimi gidermeye,
Güneş doğacak Domaniç dağlarının arasından.
Sislerle kaplı olsa da tepeler,
Yukarı baktığımızda, kol kola, güneşi göreceğiz.
Ben saçlarının arasında.

Bir yol olacak, gideceğiz,
Motor gürültüsünü bastıran kalp atışlarımız,
Yolları kısaltan, seninle akıp giden zaman.
Hepsi burada bizle gelecek.
Orada Sana diz çökeceğim,
Sırf dağlar şahit olsun diye,
Çünkü Sen dağlara inanırsın Artvin kızı,
Başka bir şeye değil.
Sen dağları ararsın sislerin ardında,
Ben seni bulurken.





Friday, January 10, 2014

Sevilmek

"Senin sevilmeme gibi bir halin yok,
Sen sadece ve sadece sevilmek için yaratılmışsın."


Diyecektim sana, Sen, metro treninin serin üfleyen havalandırmasında üşürken ve bunu dünyanın en büyük problemi olarak düşünürken.


Sunday, January 5, 2014

Bir mektup

Bir gün, hava soğuktu. ODTÜ gibi ormanı bol bir yerdeydik. Yavaşça ilerledik ortadaki yoldan. Kar vardı her yerde, soğuk ve donmuş kar.

Kıtır kıtır ediyordu üzerine bastıkça, tüm ağırlığımızla basıyorduk esmer saçlarıyla beraber.

Ağırlık yapıyordu biliyorum ona tüm düşünceler. Yavaş yavaş ilerliyorduk sıcak bir kahve içeceğimiz ilk kafeye doğru. Elini tutuyordum "parmakların üşümüşşş" diyordu, ş'leri bastırarak. "N"leri bastırarak söylediğini zaten biliyordum.

Zamanın geçtiğini, takvim yapraklarının ve hatta, takvimlerin kendilerinin değiştiğini biliyordum. Onun esmer saçları hiç değişmiyordu. Değişmeyecekti.

Yıllar geçti ve o bir şekilde hep yanımdaydı. İsim değiştirdi, şekil değiştirdi ama saçları hep aynı kaldı. Sonra bir gün "kahve" dedi, hava soğuk değildi ama üzerinde grinin bir tonu montu vardı yine. kahve dedi ve ben onu öptüm. niye neden bilinmez.

Onu öptüm niye nedeni bilinmese de sonucunu bildim.

Sonra deniz köpürdü, bir Beşiktaş sahilinde, motorlar kalkamaz oldu çünkü zaman öyle bir yavaşlamıştı ki ben tadını alamamıştım; ne dudağının ne de boynunun. kokusu gitmiyordu saçlarının.

Bir ekim akşamı onu öpüşüm bir kapı açmıştı. Sonsuzlukla umutsuzluk arası.

Wednesday, January 1, 2014

Yeni Yıl

Geçen seneki yılbaşı eğlencemiz gibiydi. Yine beraberdik ama bu sefer daha bir yalnızdık sanki. yine peynir ve şarap yapıyorduk, küflü peynir, isli peynir ve hatıralarla marine edilmiş ben.

Ne hedefin var diye sorduğumda, yeni yıl için, cevap veremedin. Kafanda başka şeyler olduğu için değil, gerçekten o kadar dünyevi meselelere dalmıştın ki, yaşamın devam ettiğini, yalnızlıkla kavrulacağın bir yeni yıla girdiğini, başka bir deyişle biraz daha yaşlandığını hatırlamadın. Ben sana hatırlatamadım.

Oysa ben sana bir çok şeyi hatırlatmadım mı? Hala bir kadın olduğunu her dokunuşumda hissetmedin mi? Dünyaları yıkacak kadar sevgim olmasına rağmen, bütün bu olanların sonucunda benim kalbimin ne kadar ürkekleştiğini, istenmediği yerde değil durmak, o istenilmeyen yere sevgisini dile getiremeyeceğini anlamadın mı?

Ve sen yine aynı konularda kısır döngülerdeyken, ben senin en çok istediğin ilişkiyi, bağlılıksız sevgiyi sunarken, sen ne hissettin? Her sevişmede yaşlanmadın mı?

Her neyse, yeni yıl geldi böyle bir sabahta. Dünyanın en huzurlu uykusunu uyusak da dün gece, ne ben kirli çoraplarımı burada bırakırım, ne de sen böyle bir şeyi istersin.Çünkü ben buzlu camın arkasındaki adamım, beklediğin adama benzeyen ama o olmayan.

Ve buzlu camın arkasındaki adamım,
işte şimdi içeri girmek için bir sebep görmüyorum.
Girsem içerisi soğuk,
Güzel yatağının kırışıksız nevresimi,
Ve sıcak bedenin,
Beni ısıtamıyor.

Ama yine de buzlu camın arkasındaki adamım ya ben, gitmiyorum başka sokaklara başka evlere. Başka Ankara kadınları nedense sana benzemiyor. Yok hayır, boyları kısa demiyorum ama "bir şeyleri eksik".

Yeni yıla girdik. takvimler değişti, yıllar değişti, mevsimleri söylemiyorum.

Sen değişmedin.