Saturday, December 28, 2013

Zor

Günlerdir buradayım.

Güneş saat on gibi doğuyor tam olarak. Eteklerinde durduğumuz doğudaki dağ engel oluyor bir ampul gibi yükselmesine güneşin. tüm kasaba geniş bir gölgenin altında kalıyoruz.

Günler oldu seni görmeyeli. Telefon hatları duygularımı taşımakta zorlanıyor. Mektup gönderecek olsam kağıtlar buruşur nemli posta kamyonlarında, özen göstermediğimi zannedersin, kızarsın. Özenle sakladığım dolaba koyuyorum, sana yazdığım ama sana gönderemediğim bu mektupları.

Bu sabah aşağıda, kasabanın ötesinde uzanan şehre baktım. Sen de böyle bir yerdeydin Anadolu'da. Sabahları serin olurdu Anadolu şehirleri, sen üşürdün, zorla kalkardın yatağından. Kahvaltı hazırlayanın yoksa bir kahve ve bir parça poğaça giderdi boğazından en fazla.

Kaç gün daha burada kalacağım bilmiyorum. Senin kaç gün sonra İstanbul'a döneceğini bilmiyorum. Evimizin yalnızlığı ve soğukluğu nasıl derinleşmiştir şimdi, kim bilir. Toz birikmiştir sevdiğin çiçeklerimizin üzerinde, temizlikle uğraşacaksın günlerce, yapacak başka bir işin yokmuşçasına.

Zor. Seninleyken sensizlik zor. Özlemek zor. Adını mısralarda anmak zor. Sakince denize bakıp, martıların denizin üzerinde gezinmesini seyrederken vapurun yüksek sesi ile irkilip, belki üşüdüğündendir, bana sarılışını hatırlamak ve güneşi az bu şehirde sensizliğin ne kadar soğuk olduğunu anlamak çok zor.

Monday, December 23, 2013

Kar

İstanbul'a bir kez kar yağmıştı,
Boğazda buz kütleleri görmüştük.
Yıllar önce.

Kar güzel bir şeydi,
Nadiren olurdu, severdik.
Gideceğini bilirdik,
İstanbul'da

Ama burada öyle değil,
Burada yaz nadiren gelir, 
Ve tüm yaz karların erimesi ile geçerken,
Biz hala konserve yeriz,
Önceki sonbahardan kalan.

Ve sadece tek bir istasyon var yakında,
Benzinine alkol karıştırdığımız,
İçine sıkışarak oturduğumuz
Minibüslerle gidebildiğimiz.

İşte bu istasyonda bekliyorum seni,
Keçi postundan bir çift eldiven,
Fazladan, senin için,
Belki gelirsin kuzeye doğru, Çelyabinsk'ten,

Saturday, December 21, 2013

Sirkeci

"O inanmasa da ben çoktan farklı bir boyuta geçtim bu ilişkide."

Deniz kışın soluk mavisinde,
Üşüyen simitçinin simit satmak için hiç bir hevesi yokken,
Sabah, erkenden,
Biz geldik sana.

Şimdi o elinde benim hazırladığım fotoğraf makinesi,
Kafasında bir iki ayardan ibaret olsa da karmaşık denklemler,
Gözleri porselen beyazında iki siyah nokta,
Kalın çerçevelerin arkasından vizöre bakar,
Ben saçları arasından sokularak aynı yere bakmaya çalışırım,
Kokusu aynı, tatlı ve sıcak.

Rüzgar eser, deniz köpürür,
Motor kalkar limandan, deniz köpürür,
Oltalar atılır kefale, deniz köpürür,
Saçların arasında biz bakarız.

Çeker fotoğrafını, mutlu olur.
Düğmeleri tekrar çevirir, mutlu olur.
Ben öperim yanağından, mutlu olur.
Sirkecide, deniz soğuk maviyken.

Siyah saçlar, boyu gibi uzun,
Beni kapsar, gözlerim kararır.
Benim aklım farklı yerlerde,
Onun kokusu da olsa,
Benim aklım her yerde.

Sonra fotoğraflar çekilecek,
Yıkanacak karanlıklarla dolu odamda,
Ve geçmiş yeniden yaratılacak,
O geçmiş ki onun kurtulmadığı,
Mutlu olamadığı,
Ve o geçmiş ki,
Benim hiç yaşayamadığım.

Gelecek, geçmişten sonra gelecek,
Ve biz hiç bir zaman geleceği fotoğrafını çekemeyeceğiz.

21.12.2013

Thursday, December 19, 2013

Doğum günü

İki sene oldu ve ona karşı ne hissetiğime emin olamadım. Hiç birşey idi belki. Onu bir "simge"den fazla görmeye ne cesaretim ne de enerjim vardı. Yoksa bir sabah kapısına dikilirdim, belki?

Sonra iki yıl geçmişti tam. ona ilk çikolata sepetini yapalı. Şimdi yine doğum günüydü ve ben onun masasının üzerinde çikolatayı yalnız bırakmayacak, ucuz da olsa bir şampanya koymak zorundaydım,
basit bir mesajla beraber.

Bir tutam sevgi çiçeksiz de paylaşılır.
Sevgi ne çiçeğe,
ne şampanyaya
ne de kelimelere ihtiyaç duyar.
Bazen tek bir bakışma yeterli,
yıllardan sonra,
aynı gözlerle,
yaşlansalar bile

Onun beni anlamasını beklemezdim, ben kendimi anlamazken.


Seul'de kış

Hava durumunu sordum,
soğukmuş, kaç derece olduğunu söyledi.
Ama daha da soğukmuş, nem fazlaymış.
Çin-Japon gerginliği ısıtmamış suları,
muson yağmurlarından sonra,
sadece bir kaç ay gökyüzü görmüş,
sonra kar, hemen.

Bir de memleketini özlemiş.
Anlatıyordu, bir Türk restoranı bulmuş,
deliler gibi içli köfte yemiş.
"Domuz etindendir" dedim,
"yok be, bildiğin dana"ymış.
Çiğköfte bile varmış
ama öyle karışık şeyleri yemezmiş orada,
soya yağı vardır diye.

Kilo da almamış,
hala aynı pantolonları giyiyormuş.
Dans dersleri bitmiş, yüzmeye başlamış.
Hayat güzelmiş Seul'de,
kıştan başka.

Özlemiş.
Sesi titredi,
"güle güle" derken.

Sunday, December 15, 2013

1778 no'lu tren

Tam sekiz yıl geçmişti.
Aynı raylarda seninleyken,
Umuda doğru yola çıkmıştık.

Sekiz yıl önce raylar sıcaktı,
dağlar yeşil, meralar kalabalıktı.
Gözünde ışık vardı.

Soğuk dışarısı, raylar aynı.
Sana geliyorum, aynı trenle.
Kazan'dan.

Sana geliyorum,
Dünyanın en soğuk yerine,
Isınmaya.

Saturday, December 14, 2013

Cumartesi

Karaköy rıhtımında kendimi Neva nehrinin kıyısında gibi hissettim. Aynı kalabalık, daha fazla balık kokusu.

Kafamı boşalttım akıntıya.
Biliyorum ki Marmara'ya karışacak tüm kaygılarım, oradan da nereye giderse gitsin.
Bu kadar kolay olacak işte.

Belki adalara giderler.
Kınalı'yı pas geçip doğrudan Burgaz'a uğrar tüm tasalarım.
Rıhtıma vururlar tüm şiddetiyle.

Sonra biraz yokuş çıkarlar belki dalgalardan kurtulup rüzgarla,
Sait'in evine giderler, tahta kapının altından üstünden içeri sızarlar palmiyelerin esintisiyle.
Bir sarı yaprakta kelime olurlar, 60 yıldır kuru kuru bekleyen yaprakta.

Böylelikle yine bana dönmüş olurlar

Monday, December 9, 2013

Ne?

Bulutlar yolun üzerindeki sislerle birleşip güneşe kadar uzanıyordu.

Bulutun içinden geçiyorduk bu virajlı yollarda. Kısacık bir tatilimiz vardı, ve birbirimize hala yabancıyken, birbirimizden başkasının olmayacağı kulübeye ilerliyorduk Şile'de.

Yorgundun, üç ameliyat ve sayısız hastaya baktıktan sonra beş dakikada aldığın duşla çıkmıştık, İstanbul trafiğine takılmamak için. gözlerin uykuya bakıyordu, ben bazen yola, bazen sana.

"Ne var bende?" dedin, koltukta rahat bir şekilde duramıyordun bir türlü. Bir ağrı hissediyordun belki. Ben gülümsedim. Sıcaktın ve eline dokunuyordum her vites geçişinde.

Ben Seni bundan bir sene önce gördüm ilk. Bir insanın girebileceği en gergin halde, büyük ümitlerle geldiğin ve başarısızlıktan korktuğun, bu sebeple tek kelimeyi dahi büyük bir zorlamayla söylediğin gün sen benim dikkatimi çekmiştin.

Sonra gerginliğin geçmişti, başarınca, ve sen dünyanın en neşeli insanlarından biri olmuştun. Çektiğin ilk dikkatimin üzerine sıcak bir simit ve daha sıcak bir çay gibi güzel gelmişti senin bu halin.

Ve zaman geçmişti, ben yıllardır oturduğum tahta sandalyelerde sahnedeki ekibi dinlerken, bir elimde ucuz bira dolu bardağı sıkıca tutuyor, diğer elimde senin yazılarını okuyordum. Ve cümlelerini okurken sanki kulağıma fısıldıyordun bu hikayelerini. Yanımdaydın güzel ses tonuyla, daha yavaş konuşuyordun (evet, normalde çok hızlısın). Bir şey vardı sende ve işte o şey orada, o kelimeler arasından gözlerimle geçiyordu kalbime, tıpkı bir gün önce senin mavi elbisenin yaptığı şeye benziyordu.

Bütün bunları mı anlatacaktım şimdi sana? Denize yaklaştık, sis hala önümüzde ve sonsuzluktaydı. Sen virajlı ve bozuk yollara rağmen gözlerini kapatmıştın. Ben kaloriferin derecesini birazcık daha arttırdım.


Monday, December 2, 2013

Strange Man

"Ne yapıyorsun?" dedi.
Marketteydik, Türkiye'nin karpuzunu sevdiğini söyledi kasadayken.

Ben saçlarını inceliyordum.




Wednesday, November 27, 2013

Bir mektup, ona

Mideme ağrılar girmeye başlamıştı. ama son kadehin boşuna gitmesini istemiyordum. İçtiğim her kadeh beni birkaç yıl öncesine götürüyordu. Daha az önce çocukluğumdaydım, belki bunu içersem doğumumdan önceye, şuursuzluk dönemime gidebilirm.

Vakit geç oldu. Ya da erken oldu mu desem, karşı komşumun üzeirnden bir aydınlık var gibi. Saat kaç olmuş? Ben ne zamandır kendi saatime bakmıyorum biliyorsun. Sırf seninle beraber uyanmak için.. Ve sen dünyanın öteki ucunda olduğun için abuk sabuk saatlerinde kalkıyorum.

Dünyanın dönüşünden hızlı olsam sana yetişsem diye düşünmedim değil. Acaba dünyadan daha hızlı olsam zamanın da ötesine geçebilir miyim? 

Bu aralar hep aklımda böyle saçma düşünceler var. Geçen senin saçlarının toplam uzunluğunu merak ettim. evet kısa saçların ama az değil. Onları uçtan uca ekledim ama değil bana kadar ulaşmak, en yakın denize bile ulaşamıyor. Ama şunu öğrendim, havalimanına yetişebiliyormuş saçların. Biraz uzatsan mı? Çünkü o havalimanından İstanbul'a uçuş yok. Beni karşıladığın havalimanına gitmesi gerek. Hani insanların "bir adam bir kadını niye bu kadar çok öper ki?" bakışlarına maruz kaldığımız treni olan havalimanı. 

Neden insanın sevdikleri hep uzakta olur?

Korkuyorum artık birisine ilgi duymaktan. İstanbul'a rağmen gidiyorlarmış gibi, sırf benden kaçmak için. şehri terkediyorlar, bir nefes alıp dönmek için bile gidenler var, haftasonları, inanmazsın. Ben de dedim ki bir daha rahatsız etmiyim onları. Zaten gitmiş ve kollarıma dönmeyecek olanları düşüneyim, onlardan bahsedeyim her kelimemde ve cümlemde, cümlemin vurgusu olan kelimemde.

Başka da birşey yok. Sen eninde sonunda, değişen tek şey benim saçlarımdaki beyaz miktarı olacak. Sen geldiğinde her zamanki gibi mevsimden bağımsız papatyalar açacak. Bindiğin en basit şehirlerarası otobüste sana çiçekler sunulacak çünkü sen bu dünyaya güzellik kattın hep. Bunu bir tek ben farketmedim, tahmin edersin ki. senin etrafında "vızz"larken güzel kokundan ve özünden faydalanmak istediğimi herkes anlamıştır. sürekli yanaklarında ve dudaklarında belki bu yüzden durdum.

Sunday, November 24, 2013

Çekirge

Dolabı karıştırarak onun için ne hazırlayabilirim diye baktım. tozlarını sildiğim Praktica fena durmuyordu. Bir de Takumar'ın hala durduğunu görünce çok şaşırdım..

Praktica mekaniği sorunsuz idi. yağlamaya vs. gereksinim duymuyordu. Hatta farkettimki pozometresi dahi çalışıyordu!

Çekirge'me hazırladım bu seti.

Ben de bu makinelerde öğrenmiştim bir çok şeyi. Basit ve tamamen manuel kontrollü makineler. Şimdi o beş numara gözlüğüyle Praktica'nın vizöründen bakıp birşeyler öğrenecek ve bana daha az "N" ile başlayan sorular soracak. Belki merakı gelişecek ve gün gelecek bana Sensei demeyi bırakacak. Biliyorum günü gelince gidecek ama her foto çektiğinde hatırlanmak güzel.

Çok hızlı öğrenen biri olmadığı için de hemen kaçacak değil.



Bilerek ve isteyerek gitmek

Bu şehrin kelimeleri tükendi. sokaklar değişse de aynı mahallenin farklı apartmanı benden ve bu sıkıntılardan bıktı.

Uzun bir yoldu dönüşümüz, türlü türlü gezegenlerde türlü türlü sıkıntıları hissettik. Ben yola odaklanmıştım ama o kurduğu cümlelere. İster istemez duyuyordum, arada bakıyordum sarı saçlarının arasında kalan güzel yüzüne ve dudaklarının kurduğu kelimelerle eşzamanlılığına. Yüzyıl sürdü yolumuz ve ben hiç yaşlanmamıştım. Dökülen saçlarım yeniden çıkmıştı, yanardağlar oluşmuş ve sönmüştü biz yoldayken. O hep konuştu ve sesi Mozart'ın piyanosundan geliyor gibiydi. Bazen bilerek yolu uzattım, biraz daha konuşur diye.

Deniz kıyısından geçtik, susuz çöllerde bekledik. Batan güneşin tekrar doğacağını bildiğimiz için hep aynı yerde bekledik.

Sonra, dışarı bakan gözleri birden bir şeylere odaklanmaya başladı. Anladım, yaklaşıyorduk evine. Bir şeyler yapmalıydım ve uzatmalıydım yolu. Dikkatini dağıtmalıydım, kaybolmalıydık, yağmur yağmalı, sel olmalı ve biz mahsur kalmalıydık, iki metrekare yeterdi, birbirimize dokunmadan birbirimizle olabilmek için.

Yaklaştık, bana derin galaksilerde rota belirler gibi yol tarifi yaptı. Ben artık çölde batırdığımız son güneşe bırakmıştım aklımı. Hiç bir şeyin farkında değildim: ne saatin ne günün. Mevsimi bile bilmiyordum. Kalbim ve beynim farklı iki organdı ve birbirleriyle bağları kopmuştu. Bu mahalle beni geriyordu. Sokaklar daralıyor gözlerim kararıyordu. Anlamadım, ben hiç bir şey anlamadım, son piyano seslerini duydum ve yanıma baktığımda o yoktu.

Etrafa baktım, farkında değildim gerçekliğin. Bir yerde olmalıydı. Arkadaki araba korna çaldı bacaklarım ve ellerim de benden bağımsız bir şekilde ilerletti arabayı.

Yüzyıl önceki çiçekçi artık yoktu bu sokakta, güneşli hava gitmiş, tüm mahalle eskimiş bir sonbahar görüntüsü üzerinde nefes almaya çalışır gibiydi. Bazı evler tozdan ölmek üzereydi. Ben yolumu kaybetmiştim. Gözlerim az önce yanından geçtiğimiz denizlere dökülüyordu. ama o yoktu.

Sonra hava karardı ve ben hala aynı yerdeydim belki aslında yanımdadır diye. Sabah oldu hatta ama ne çiçekçi tekrar geldi ne de o. Arada bir yüzyıl geçirmiştik ve benden kaçmıştı, neden?

Çölde güneşin batışına bakarken, "tekrar doğacak" demiştim. "Evet, ama battığı yerden değil" demişti.

Neden onun indiği yerde bekliyordum ki. Hem çıksa iki senedir çıkmaz mıydı? hem ben neden hep aynı yerde aynı duygularla bekliyordum. Bu işte bir yanlışlık vardı. Hem neden gitmişti? bunun cevabını kim verebilirdi.

Yoruldum. üzerinde uyukladığım direksiyondan kafamı kaldırdığımda tüm saçlarımın döküldüğünü gördüm. sakallarım vardı artık sadece. Kaç yıl geçmişti? bir gazete, bir takvim olmalıydı. Mahalle hala tozlu ve pis, binalar gittikçe toprağa gömülür gibiydi.

Ayağa kalktım ve ısınmak için montumu aldım arka koltukta. birden onun bıraktığı kutuyu gördüm. inerken almamıştı ve üzerinde bir yazı vardı.

"Kaçtığım tek şey sen değilsin"

Birden varlığımdan şüphelendim. o sırada bir arabanın üzerime geldiğini gördüm. Kaçmaya yetecek gücüm yoktu. Gözlerimi kapattım. sonra açtım. Araba yoluna devam ediyordu ve ben hala yoldaydım. kimsenin bana bakmadığını fark ettim. karşı şeride geçip bir kaç arabanın daha önüne geçtim. aynı şey oldu. hiç birini hissetmiyordum. insanlara dokundum ama onlarda sadece ufak bir kaşıntı oluştu.

Onunla aynı dünyada bile değilken bilinmeyen zaman kadar onu bekledim.

Tuesday, November 19, 2013

Rüzgar

Bir soğuk esinti var bu gece,
Rüzgar kimisine göre,
Bana başka şeyleri hatırlatıyor
Soğuk gecelerde sevişmeyi
Seviştikçe ısınmayı,

Ve sonra yorganın üstümüzden atmamız,
Yarım saat sonra üşüyerek uyanmamız
Ve bu döngünün tekrarı.

Thursday, October 31, 2013

Ufak heyecan

Benim hikayemi kelimelere döken bir arkadaşımdan:

“…Kız elleri birbirine dolaşarak katlanmış kağıdı açtı. Yazıların ters olduğunu farketti. Titrek bir hamleyle kağıdı düz çevirdi. Silik bir kurşun kalemin ak kağıt üzerinde bıraktığı anlamlı izi okudu sonra. “ Dışarıda bekliyorum,-kaderin.” Kalbi ağzına çıktı ve inmedi...”

Sunday, October 27, 2013

Kafa karışıklığı

“Yaşam senin bloğunda yazdıkların gibi değil. Gerçek bir dünya var dışarıda”

Dedi.

Bense kelimelerimi bitirmiştim. Aramızda kısa zamanda geçen şeylerin kelimeler üstü olduğunu iyi biliyordum. Hem zaten o normalde çok konuşmuyor muydu? Böyle bir durumda susmasını beklemen hata olmaz mıydı?

Ama anlamasını beklememdi belki gerçek hata. Kafasında ayrı bir dünya, ayrı kurallar ve sebep sonuç ilişkileri vardı. Benim alışık olduğum düzen gibi değildi. Onun doğruları ile mücadele edemeyecek durumdaydım. Bu yüzden o iki kelimeyi söyledikten sonra bir daha onu görmemeliydim.

Kirlenecekti çünkü duygularım. Bana zarar vermek isteyecekti. Bilinçli bir şekilde değildi bu. Kim bilinçten bahsediyor burada?

Sonra bir telefon konuşması olacaktı ve bütün yaşadıklarımıza “kafam karışıktı” diyecek, kendi kendini rahatlatacaktı. Ben yine ses çıkarmayacaktım, en doğrusu bu olacaktı. Dünya bana göre basitti. İstekler vardı, cevaplar vardı. Onun kelimelerine inanmayacaktım da hareketlerinden yorumlayarak mı onun kapısında olacaktım bundan önceki gibi defalarca. Hayır, bitmişti.

Ama ben kapısına gidiyorsam neden beni içeri alıyordu? Neden sabah işe uykusuz gidiyordu.

Unuttum, evet, kafası çabuk karışıyordu.

Unut, böyle devam et.

Ankara, şarap ve zargana

Elim kaçıncı kez telefona gitti, neden numaranı ezberleme aptallığında bulundum ki?

Araba kullanamaz oldum, ne zaman senin arabana benzer bir araba görsem plakasına bakıyorum büyük bir heyecanla. Sonra Ankara plaka olmadığını görüyorum.

Ah Ankara, sen neden kendi çocuklarına iş veremiyorsun da hepsi İstanbul'a geliyor. Sonra denizin tuzunun Beşiktaş iskelesine vurduğu akşamda öpüyorum ben bu çocuklardan birini, yanakları sandığımdan yumuşak, dudakları sıcak. Ankara, sen soğuksun ya, senin çocukların da bu yüzden sıcak burada. Sen denizsizsin ya, denizin kenarına gelince aklını kaybediyorlar.

Elbet var şarabın tadı, sen ve senin güzelliklerin olmasa da. Ama hep bir şey eksik işte. Abuk subuk mühendislik soruları sorup uçakların nasıl uçtuğunu öğrenince sevinen hallerini hatırlıyorum. “N”lere vurgu yaparak hiçbir zaman şarkı söylerken yakalayamadığım sesini dinliyorum. Sahi, neden şarkı söylemiyordun sen? Yine ne oldu geçmişte?

Uzun boyluydun ama yanıma uzanınca ufacık kalıyordun. Bazen sana sarıldığımda kaybolduğunu düşünüyordum.
--
Ne sevginin sonu var, ne hatıraların. Ne yazdıklarımın bir sonucu var ne de senin ve benim arayışlarımın. Ne her huzursuz gecende aklına gelen geçmişin sonu var, ne her bir ufak bebeği görüşünde hissettiklerinin.
--
Şimdi haber alamadım ya senden uzun süredir, bilmiyorum neredesin. Geçen bir an heveslendim, papatya gibi birşey gördüm çiçekçinin birinde, bilirsin dünya kadar papatya şeklinde çiçek var, alacaktım gönderecektim sana. Ama bilmezdim ki neredeydin. Belki yine Anadolu’nun bir kentinde en sevdiğin sürgün hayatını yaşayacaktın hergün aynı şeyleri yaparak. Korktum. Hatırlarsın, elimde papatyalarla kapında kaldığım günü.

Bana seni hatırlatıyor diye ortak arkadaşlarımızla da görüşmekten korkuyorum artık. Belki bir rakı masasında aptallık eder seni sorarım, belki bir sevgilin olduğunu, hatta evlendiğini söyler diye çok korkuyorum. Oysa bir taraftan da senin kimseyi beğenmeyeceğini düşünüyordum.

Ya benim gibi birisi çıkar da yine senin kanına girerse?

Ah şu hayaletler.. Denizin üzerinde ay ışığında parlayan zargana gibi dans ediyor gözlerimin önünde. 

Tuesday, October 22, 2013

Bataklık

"Oh the deeper I go
The further I fall,"


Taşlarla dolu yolda ilerliyorum. Kar yağmıyor ama kuru bir soğuk var. Tüm mahalle uyuyor, bacalarda kömür sobalardan son dumanlar yükseliyor.


Uyuklayarak yürüyorum. Botları gece dışarıda unutmuşum. buz gibiydi giydiğimde. Ama ısınacak birazdan.


Cebimdeki telefonda elim. Belki uyanır, "neredesin?" der, kızar, hatta belki peşimden koşar.


Bütün bunları ona hazırladığım kahvaltıyı görmezden gelerek de yapabilir.


Uyumayı, sevişmeyi bırakıp daha da anlatsa mıydım, anlar mıydı? Hep içimde kalacak bu korku, oysa sadece sarılmak bile yeterdi, niyet her şeydi, kelimeler ise niyet yoksa kifayetsiz idi.


Ama şimdi inanmadı demek ki bana ve ben hala asfalt dökülmeyi bekleyen bu çakıllı yolda ilerliyorum. Şehre giden Gebze minibüsleri bir kilometre kadar mesafede. Telefon sıcak oldu sıka sıka, elim terledi, ama mahalleden ses yok.

Sunday, October 20, 2013

Yaşam

Sadece ve sadece benden nefret etmesini istemiştim.

Sebebini bilmiyorum. Bütün bu olanların ardından konulan noktayı daha mı belirginleştirmek istedim ya da onnun nefreti beni mutlu mu edecekti, bilmiyorum.

Bütün bu olanlar, günün batması, güneşin parçalarının karanlıkla yüzleşmesi benim yüzümden. Neden bu kadar hızlı zaman? Neden sindirilmesine zaman yok hiçbirşeyin?

Deniz köpürmeye devam ediyor, kıyıya vuruyor binlerce yıl önceki gibi, kararlılıkla. Ruhsuzluk mu bu? İstikrarlı olmak, aynı şeyleri yapmak, aynı doğaya can vermek ruhsuzluk mu? Peki yaşam nedir? Yaşam birgün yanında gülerken öteki gün üzülmek mi? Ölmek mi?

Yaşam kırkbeşmetrelik ve kırkbeşyıllık ahşap bir gemide İtalya’ya gitmeye çalışmak ve denizin ortasında ortasında kaybetmek mi?

Hayır. Köpürsün ama hep, binlerce yıl. Güneş batsın ve sabah-hele bu topraklarda çok geç sabah olmaz-doğsun tekrar. Doğu’dan doğsun. İlkokuldaki gibi gülümsesin güneş. Hiç güneşi ağlayan surat şeklinde çizen oldu mu?

Nefretle gelmedin. Nefretle gitme.

Saturday, October 19, 2013

Dying Slowly


Mayıs gibi bir aydı. Golf sahasının kenarında Tindersticks mi dinlenirdi? Saçma sapan kalabalıkla da uğraşacaktım. Ama Fransa turnesine bilet bakacağıma madem geliyorlar dedim.. Gittim.

Sahneye çıktılar. En sevdiğim parçaları çaldılar ve beni benden aldılar vs.. Değil. Öyle olmadı.

Sevdiğim ama olmayan insanlara sarılmak için, sarıldığım insanları sevmeye mi çalışsaydım. Burda mıydı? Sanki hemen yanımda sahne ışıkları beyaz yanaklarını aydınlatıyordu ve kalın çerçeveli gözlükleri varlığını vurgular gibiydi.

Ama sanki yoktu çünkü onun elleri hava soğuk olsa bile sıcacık olurdu elimi tuttuğunda, bir de sanki durduk yerde sırnaşır öperdi.

Ama çaldı tabiki tindersticks. Yenilerden gittiler. Eskilerden arada. Dying slowly bunlardan biriydi.

Dedim ya, semtlerin dili yok. Bu semtin de dili yoktu. Söylemedi bana gerçekleri. Oysa yavaş yavaş geliyordu birşeylerin, herşeylerin sonu.

"I've seen it all and it's all done
I've been with everyone and no one"


Ve gün geçecek ağrılı gecesi geçecek ve sabah olacak, uyandığında sevişiyor olacağız. Ve bir daha sadece "gel elbiselerini al" diyecek. Sonra neden sabah oldu diye dünyanın dönüşüne kızacağım.

Yaşlanmıştı Stuart, sakin parçalar çaldı. Bu parçada da bir yorgunluk vardı.. Nerden çıktı bu yaşlılık. Oysa yaşlanmak tecrübe değil miydi? Aynı hataları yaptığıma göre yaşlanmamalıyım ben. Bari bu imtiyazı tanımalıydılar.

Şimdi niye anlatmaya çalışıyorum ki? Oysa daha dün yazdım akıllanmam gerektiğini, şimdi ne yapıyorum?

Adı başlık olmuş şarkı bile diyor:

"If I could find the words to explain this feeling
I would shout them out
If I could find out all this, what's inside me"


Nottingham sokakları bana ne kadar Tindersticks'i anımsatsa da bir şekilde golf sahaları da o günü hatırlatıyor. 

Yine de, o gecenin son saatlerinde içtiğim viskinin birşekilde hala onda olduğunu bilmek, soyut sevgililerimin hiç bilmediği whiskey&water parçası gibi bir his.

Onda, bana ait.




Friday, October 18, 2013

hepsi

Anlamak istemediğin şeyi nasıl anlatacaklar sana? Her gün her olay binlerce kez ispatlarken, neden gözünü kapatıyorsun gerçeğe. Herkesin kendi hayatı var, senin de olmalı, neden herkesin eliyle yapılmış bir saray yerine kendi ellerinle yaptığın barakada kalmıyorsun? O kadar ümitlendin ve gittin başka saraylar yapmaya ama sıra sana geldiğinde yok.. yoklardı.

Şimdi istikametin belli olduğuna göre, uzatma artık. Söz konusu ressam ya da resim olmak değil, çizmek, çizilmek değil. Söz konusu bir hayat var, sadece bir hayat ve o hayatı kana kana içmek. Acıya acıya, ağlaya ağlaya, bekleye bekleye değil.

Yarını yok, şu an başladı artık. kapatma o defterleri, kapatmak yetmez, yırt, at. Zaten içindeki zehirli hatıralar hemen çürütecek.


Thursday, October 17, 2013

Gece

-Yalnız mısın?
-Etrafta çok insan var, kalabalık.. Ama evet, yalnızım.
-Geliyorum?
-Gel..

dedi ve yola çıktım geceye kavuşmak için.

Şehir gece olduğunda farklılaşıyor. Evlerin ışıkları birer birer sönerken ertesi güne umutlanan küçük çocuklar, umudunu kaybeden yaşlılar gözlerini kapatıyor. Ben ise yeni çıkıyorum dışarı.



Bazı sokakları hiç uyumaz. Bazen semt olur uyumayan sokaklar. Karaköy olur, üç beş balıkçı yaşatır koca semti. Bazen Aksaray olur sarhoş ve aç insanlar buluşur sabah ezanına kadar işkembe çorbası içerler. Sokakların rengi taksi sarısı olur, yorgun ve zehirlenmiş vücutları taşıyan taksilerle dolup taşar Boğaz köprüsü.


Düzenli yaşamın ışıkların gece yarısından önce sönmesi olduğunu öğretmeye çalıştılar bana yatılı okulda. Ama ışığa bağımlı değildik ve devam ettik tüm hikayeleri anlatmaya.

Bu şehrin dili yok. Dili olmadığı için de onu sahiplenen herkes bir anlam yüklemeye çalışıyor. Duydukları ezan sesini şehrin sesi zannedip on binlerce yıllık şehrin tarihini bindörtyüzelliüç'te başlıyor zannediyorlar. Şehrin dili yok ve susuyor tüm mahalleleri Anadolu'dan ve Avrupa'dan. Susuyor doğudaki mahallede beşinci kat yirmiüçüncü numaralı dairenin kapısı, konuşamıyor, bahsedemiyor beni nasıl özlediğinden, oysa ben o kapıya hiç sert vurmadım.


Gece olunca kirli ve pis sokakları biraz gizleniyor, belki bunu seviyorum bu şehrin akşamında. Yorgun düşüyorum ve onca "hayır, gitmeyeceğim" sözüme rağmen kendimi buluyorum yirmi üç nolu dairenin önünde.







Wednesday, October 16, 2013

Borodin

Telefonu açtı, buranın akşamı oranın gecesiydi, ama yine de uyumamıştı. Yüksek sesle konuşmaktan hiç çekinmem, söylediklerimin başkaları için de katma değer yaratacağını düşündüğümdendir belki. Masamda hangi şişe vardı tam hatırlamıyorum, belki bir yerli şarap, belki komşunun üzümlerinden yapılmış brendi, belki adadan bir şeyler.

Ama hatırladığım Borodin vardı. Tanrı'nın yetenek dağıtırken pek adil olmadığının kanıtlarından birisidir Borodin. St. Petersburg'un nimetlerinden faydalanan yüzlerce Rus'dan birisi. Kimyager, doktor ve biraz da müzisyen. Müziğini sevenleri "hasta olsun ki hastaneye gitmeyip evde müzik yapsın", tıp öğrencilerini "operaları kabul edilmesin, beste yapamasın" diye beddua etmek zorunda bırakmış birisi.

Borodin vardı ve Tikhvin mezarlığındaki gösterişli Tchaikovsky mezarının yanında idi, sessizce. Zaten Tikhvin mezarlığından hiç sözedesim gelmiyor, Dostoyevski'den başlayıp evam eden bir yetenek mezarlığındaki kemikleri bile bıraksan şuanki Türkiye'nin tüm sanatsal faaliyeterini gölgede bırakacak eserleri yeniden çıkartabilirler.

Edebiyat farklı bir konu ama Slavik toplumlarda müziğin hala tanrıya ulaşmakta bir araç olarak görülmesinden belki, yaptıkları şey müzikten de öte.

İşte onunla telefonda konuşurken Borodin vardı. Neye uğradığını şaşırmıştı bilmem kaç desibellik Prens Igor operasından "Poloveç Dansları"nı dinlerken ve ona dinletirken. Arkasından cam kırığı sesleri duymuş olma ihtimali yüksek çünkü ben kendimden geçmiştim.

Tikhvin mezarlığı, 2013

Bursa

Bursa'ya her gelişimde sana yakınlaştığımı hissetmek, dağa baktığımda eteğinde senin evinin olduğunu bilmek kolay mı zannediyorsun? Hele böyle bir mevsimde ve böyle uzun bir zaman boşluğunda çocukluğumun geçtiği bu şehrin tüm anlamlarını tükettiğimde sıranın sana geleceğini mi zannettin?

Ben şimdi yerin dibini kazarak dünyanın öteki ucundan çıkarsam belki sana ulaşacağım Bursa'da. Ama korkuyorum ki, ben oraya geldiğimde sen hala orada olmayacaksın. Büyük okyanusun tüm rüzgarları, muson yağmurları ve fırtınalar koparamadı seni oradan, benim sana ürkerek sessizce "gel" demelerim mi getirecek seni?


Wednesday, October 9, 2013

Doğu

Kendisi sıradan düşleri olağandışı fantezilermiş gibi gören korkak birisiydi..

Hep mütevaziydi isteklerinde. Basit bir yaşam hayal ederdi. Ama yine de mükemmeliyetçilik içinde bir yerdeydi ve bu basitlikleri en güzel basitlik yapmak için bir çaba vardı, hissediliyordu.

Güneş batınca evini aydınlatacak lambanın şeklini, güneş doğunca gölgesi yansıyacak perdeyi düşünüyordu ufacık, sadece kendi hayallerinin sığabileceği evinde.

Ben, yüz milyonlarca kilometre gibi gelen yolda ona gitmeye çalışırdım. Sonra hayat biraz daha normalleşir idi onun mahallesinin yazılı olduğu tabeladan sağa dönünce. Şarap mağazası vardı yakınında, en güzel ve aşka en fazla davet eden şaraplar hep onun yakınındaydı. mahallesi bir garipti, ekmek fırınından sonra gelirdi İtalyan restoranı, İstanbul'un unutulan köşesinde.

Sabah olduğunda serin olurdu, olur gibiydi? Tamam, itiraf, asla üşümedim.

Uzundu yolun ama yakındı kalplerimiz ve Anadolu'nun en ücra kasabalarında, duyguları mektuplarla taşınan aşıkların hissettiğini hissediyorduk ufak telefon konuşmalarında. Ben senin sesini dinlemekten bıkmıyordum saatlerce susmasan dahi.

Şimdi sabah olacak ve ben uyandığımda alışık olmadığım yerde, kirasını ödediğim için bana ait olduğunu düşündüğüm evde olacağım. Sonra kaçacağım bir şekilde sırf sana, doğuya daha yakın oluyorum diye heyecanlanacağım.



Tuesday, October 8, 2013

Hata

Bir hata olmalı,
Ekim geldi,
birazdan geçebilir bile.
Ama senin ne sesin,
Ne vurgulu kelimelerin yok kulaklarımda,

Bir hata olmalı,
Şimdi ben burada,
milyonların içinde yalnız,
ve sadece seni düşünürken
Senin bu şehirde olmaman.

Bu semt

Her şey bu semtte oluyor.
Ben bu semtte yaşıyorum ilk
İstanbulun girişinde,
tünel kalıp duvarlar arasındaki
binlerce yaşamdan sadece biriyim oysa.

Sonra bir şekilde bu semtte bir evde buluyorum kendimi,
şarap kadehi yarım dolu,
televizyondaki film devam ediyor boş koltuklara
ve biz sevişiyoruz.


Ve yine Dünya hareket ediyor ya sürekli,
Güneşin etrafında, zaman geçmiş,
ve ben yine burdayım,
senin gözlerine bakıyorum;
sarı saçlarının hemen altında,
Güneş patlaması gibi geliyor gözyaşların.

Wednesday, October 2, 2013

İstanbul'da yağmur


Sonunda  yağmur yağdı bugün.

Pus çöktü tüm İstanbulun üzerine. Ben evden çıkmak için bahane bulmuş oldum. 

Hava kararmıştı, yanabilen bazı sokak lambaları titriyordu, ya da ben öyle görüyordum, görmek istediğimden.

Şehir korkuyordu yağmurdan, kapalı mekanlar avmler taşıyordu, sokaklarda şemsiye satıcıları vardı. Taksiler hep doluydu.

Ben, seninle yürüdüğümüz yollardan geçerek geldim buraya. Akşam yemeğini yediğimiz dürümcüden başladım. Tehikeli bir çift olabileceğimizi ispatlayan tantuniciden de geçtim, içeri bakmadım kırmızı seni daha da hatırlatacağı için.

Daha sonra buraya geldim. Beni bulmak isteyen tüm eski sevgililerimin aklına gelecek ilk yere. Masaların yerini yine değiştirmişler. Henüz daha var grubun çıkmasına. Zaten hep gecikirler biliyorsun. Bir kaç kez sinir olup geri döndüğümü bilirim onca yolu.

Şimdi sen uykudasındır belki yağmurun buradan çok daha fazla yağdığı kentte. Sokaklarda şemsiye satılmayan, insanların zaten şemsiyesiz dolaşmadığı şehirdesin. Buraları ve beni özlüyorsun ama dönemiyorsun. Dönemezsin. 

Tuesday, October 1, 2013

Ustalara saygı

Nazım'dan
..
Bu şiiri Genco Erkal'dan dinlerken tiyatrı salonunda tek hüzünlenen ben değildim belki. Ama yalnızdım yine de. Uzaktı heryere. Biraz ilerdeki denize ulaşırsam belki ona gidebilirim diye düşünmedim değil. Ama Nazım bile ulaşamamışken çağlayan duygularına rağmen, ben, sıradan sevgili, nasıl ulaşacaktım mevsimin bile farklı olduğu topraklara.
..

TUNA ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR

Gökte bulut yok
Söğütler yağmurlu
Tuna'ya rastladım
Akıyor çamurlu çamurlu
Hey hikmet'in oğlu, hikmet'in oğlu
Tuna'nın suyu olaydın
Karaorman'dan geleydin
Karadeniz'e döküleydin
Mavileşeydin mavileşeydin mavileşeydin
Geçeydin boğaziçi'nden
Başında istanbul havası
Çarpaydın kadıköy iskelesine
Çarpaydın çırpınaydın
Vapura binerken memet'le anası.

Sunday, September 29, 2013

The National

Müzik gurusu arkadaşım "Atom Karınca"nın yanında Bozcaadadan aldığı şarapları tadarken bana dinlettiği gruptur. Tsticks'deki enstrümantel zenginlik olmasa da bu parçasında bana benim "fake empire"larımı hatırlattı.


Thursday, September 26, 2013

Ben-1

Yıllar önce Anadolunun ücra kasabasında doğduğumda beni nasıl bir gelecek bekliyordu bilinmezdi. Ümit böyle birşeydi, herşey olabilirdi ufacık bir bebekten. Gelecek bir amaç olmamıştı annem ve babam için, onlar mutluydu, sadece beni gördükleri için, bana sahip oldukları için. Ben herşeyden habersiz daha ilk dünyevi kaygılarım olan açlık, sıcaklık vs. gibi sebeplerden ağlamışımdır büyük ihtimal. Benim ağlamam bile onları mutlu etmiş olabilirdi, yaşayan birşeyleri vardı artık.

Zaman denilen kavram yüzlerce tonluk bir yük treni gibi ağır da olsa kesintisiz ilerlerdi. Hiç durmadı, sonunda denize döküleceğini bilen, cılız bir şekilde doğduktan sonra denize yaklaştıkça hızlanan ve gürleşen bir ırmak gibiydim.

Sonra bir çok şey öğrendim. Sevmeyi, sevilmeyi, fotoğraf çekmeyi, sevip sevilirken beraber fotoğraf çekmeyi öğrendim. Müzik dinledim bütün bunlar aynı anda bile oluyordu. Yük treni son istasyonuna gayet uzak da olsa her an bozulabilirdi, böyle bir gerçek vardı, yaşam ilkokulda sınıf arkadaşımı kaybettirerek bu gerçeği bana yavaş yavaş anlatmaya çalışmıştı belki.

Yatılı okulda öğrendim insanlar hakkında bir çok şeyi. Nasıl büyük değişimler yaşayabileceklerini, değer verdikleri şeylerin ne kadar geçici olduğunu, milyonlarca kez aynı hatayı yapabileceklerini ilk orada gördüm. Dünyanın o kadar kontrol edilebilir olmadığını, çünkü henüz ilk adım olan kendi kendini kontrol etmekte bile ne kadar çok sıkıntı yaşadığını gördüm üstadın bahsettiği “Büyük İnsanlık”ın. Yine de en sıkı dostlukların burada oluştuğunu gördüm. Sonradan kırılsa bile bu dostuluklar insana ne kadar çok şey katabileceğini gördüm. Bundan sonra sıkı dost kazanmanın ne kadar zorlaştığını ise anlayalı çok olmadı.

Üniversite ise lisenin devamı gibiydi sanki. Hep büyüdüm, sürekli büyüdüm. Gündüz geceye dönerken saçlarım mı beyazlıyordu sanki? Bu kadar gençken?

Tırmalamak denilmese de hayatta kalmak için bir çok fedakarlık yapıyoruz. Günün en verimli saatlerinde çalışıyoruz, sırf geri kalan kısımlarında-uyku dahil-rahat bir yaşamımız olsun diye.

Çalıştığım yerlerin benim yumurtamın alınmasının beklendiği kümes gibi olduğunu farkettiğimin üçüncü günü yüksek katlı işyerlerine uzunca bir süre dönmemek üzere veda ettim.

Sonra insanlar gelmeye ve gitmeye devam ederken benim sevdiğim içkiler, tatlar daha az değişti. Müzikler kulağımın içinde en eski tınıları bırakıyordu. Müzik zamansız bir şey. Pop müzikten bahsetmiyorum tabi, ucuz şarabın ömrü vardır, kalitelinin ise ömrü değerdir.

--

Sonra kış olunca daha az kar yağan bir kente geldiğimde aslında burada farklı bir soğuk olduğunu gördüm. İçinde bulunduğum şehir başta beri büyük gelmişti bana, her gördüğüm kare eşsiz idi. Eşsiz derken mükemmel gibi bir anlam olsa da, değil. Bir gün daha sıcak, daha karanlık, yalnız olabileceğim bir yer istedim ve ilk karanlık odamı böyle kurdum.

Derme çatmaydı ilk karanlık odam. Pencereleri kargo poşetlerinin siyah yüzü ile kaplanmış, arkadaştan alınmış eski bir sovyet agrandizörü ile yapılmaya çalışılan bir tutkumdu. Ama benim odamdı,  karanlık yüzünden sabahları uyanamadığım, işe geç kaldığım yerdi. Orada dünya ters dönse ben düşmezdim.

Olmadı, birlikte olduğum insanla uyuşmazlık öyle bir seviyedeydi ki kötü son diye birşeyin olmayabileceğini anlamış oldum.

Dünya dönerken tren ilerliyordu. Ben büyüyor ya da yaşlanıyordum. Elimdeki makineler değişse de hep güzel kareler peşinde idim. Kar yağıyordu Galata köprüsünde ve ben saatlerce bekliyordum. İstanbul puslu oluyordu hep, ben bunu seviyordum. Hep bir titreyen sokak labası arayıp altındaki hüzünü anlamaya çalışıyordum. Sıkışık sokakların birinde bir apartman dairesinde oturup yazan Oğuz Atay’dan, güneşsiz rahat etmeyen Sait Faik’e kadar bir arayış içerisindeydim. Karaköy’e yaklaşan kruvaziyer gemilerine pek anlamlı bakmayan, yaktıkları ahşap kasalarla ısınan olta balıkçılarını anlamaya çalıştım.

Ve bütün bunlar olurken bir trompetçi kuruldu balıkçıların arkasına, sakince, hava serindi o an. Yağmur bile yağabilirdi. Yere otururken gökyüzüne baktı, trompetini silerken dikkatliydi.

Göz göze gelmiştik. Genç gibi dursa da en az 40 yaşlarındaydı. Kirli sakalları tahriş olmuş bir yüzden çıkıyor gibiydi bu zayıf adamın. Trompete üflediğinde bir hüzün kapladı beni, kendisi de üzüldü. Yere baktı dakikalarca, ben hasta olmayayım diye oradaki turşucudan aldığım turşu suyunu içerken onu izliyordum, beni görüyordu.

Kafasında neler vardı hiç bilmiyorum, milyonlar birşeyin telaşını yaşarken o neden böyle sakin ve hüzünlüydü.

Kadıköy vapuru yaklaştığında, ben batan duba iskeleyi düşündüm. Çıkarmışlarmıydı onu? Bir de neden her vapur yanaşması bir tekrar gibiydi. Kim yaşamın bir döngüden ibaret olmadığını düşünüyorsa vapur iskelelerine gitsin. Ama karşıda oturan sevgilisinin geldiği zaman değil, kimseyi beklemediği, tüm vapurun sıradan insanlarla dolu olduğu zaman gitsin.

Soğuk olunca farklı ayarları kullanmak gerekiyordu fotoğraf çekerken. İnsanlara farklı davranmak gerekiyordu, sevgiliye fazla sarılmak, bira değil şarap içmek, viskiye buz katmamak gerekiyordu. Soğuk olunca romantik oluyordun ister istemez, çünkü hayatın tek kişi için fazla sıkıcı olduğunu hissediyordun. Reddetsen de emin olamıyordun.

---devam edecek. 

Wednesday, September 25, 2013

Liverpool

Yıllar önce, Cihangir parkında hatırı saymakla bitmeyecek olan arkadaşımla otururken mekanın daimi sarhoşlarından biriyle karşılaşmıştık. İnsan ilişkilerinde cıvıklık mertebesinde sayılabilecek muhabbet odaklı biri olduğumdan kendimizi bu adamla film ve edebiyat dünyası üzerine tartışırken bulduk (Gerçi diğer arkadaş yabancısı olduğu birayı içmeye çalışıyordu). Birkaç saniye sonra isminin Zeki  olduğunu öğrendiğimiz abimizle “Genel Kültüre Giriş 101” içeriğinde olan bu tartışmada çeşitli filmlerden söz edilmiş, çeşitli kitaplara atıfta bulunulmuş. Nasıl olduysa konu Charles Dickens’ın İki şehrin hikayesine gelmiştir.

-İşte Zeki abi, Londra ve Paris arasında eş zamanlı sürege..
-Şşş
-Efendim Zeki abi, wtf?
-Manchester ve Liverpool olacak o iki şehir.
-Zeki abi yok ya Londra paris ahaha
-Şşş, Manchester ve Liverpool. Tartışmaya gerek yok.

Bazen insanın gözünde inancı ve eminlik hissini görürsünüz ve ona aldanırsınız ya. Ben o an kendi bilgimden şüphe ettim. Liverpool-Manchester arasındaki rekabeti bilmekle beraber Charles Dickens’ın bu iki şehirden hikaye üretmeyi pek mantıklı bulmadığını da düşünmüştüm.

Yine de o an geçici olarak inanmıştım. Her ne kadar akşam eve geldiğimde yaptığım hatayı farkettiğimde.
Zeki abiyi yine arada sırada görürüz. Orada şişe toplamaya başlamış. Belki hala Liverpool ve Manchester olarak biliyordur. Bir fikir yürütmesine gerek yok, bilgi bilenindir, yanlış da olsa.
 
Zeki abi, 2011
 

Liverpool, acı vatan. Diye başlayan başka bir paragrafı bu yazının altına yapıştırmam ise tamemen konunun gidişi ile ilgilidir. Zaten acı da değildir. Belki deniz sebebiyle biraz tuzlu olabilir. Geri kalanı gayet tatlıdır. Manchester’dan sonra bu şehir, Ankaradan sonra İzmir gibi geldi. Daha fazla sokak şarkıcısı, daha fazla “cask ale” satan pub vardı. Daha fazla aşk vardı. Ama aşk her zamanki gibi bana uğramaz, papatya arar, eski sevgili sendromuna takılır, telefonunda benim numaramı görüp "ara" düğmesine basamazdı. Aşkı bir tarafa bırakırsak okyanusun kenarında daha fazla özgürlük vardı. Ve liverpool aksanı vardı, İngiliz aksanına yeni alışmıştım, dilim bile dönmüştü ki Liverpool çok farklıymış, hiç yeltenmedim.

Kalbimin bir yarısını orada bıraktım, trafik soldan aktığı için sol yarısı daha mantıklı geldi.



Friday, September 20, 2013

Balkon

Şimdi sen uzaktasın diye,
belki bir Anadolu kasabasında,
belki Asya'nın öteki ucunda,
seni hatırlamayacağımı zannediyorsun,
her su bardağına şarap koyuşumda,
ve buzdolabında peynir arayışımda.

Aksine,
sen sırf uzaktasın diye,
daha fazla düşünüyorum seni,
ve işler yolunda gitseydi,
her hafta sonu sulamak için uğramam gereken,
balkonuna alacağım ağacı.


Monday, September 16, 2013

Yaklaşmak

Şimdi ben sana dönüyorum ya,
Gözü kara bulutlar gotik şehirlere
Amansızca yağmur bırakırken
Üzerlerinden geçiyorum sakince
Yumuşak çarşaflarla bezeli
Yatağını düşünüyorum, uyumasam da

Thursday, September 12, 2013

Oysa

Günler geçti sana çiçek göndermeyeli,
Yüzündeki gülümsemeyi hayal etmeyeli.
Oysa beklemek ne güzeldi seni,
Uzun süren yağmurun ardından gelişini,
görmek ne güzeldi.

Friday, August 30, 2013

Helsinki

Helsinki'den fotoğraf göndermişsin,
Güneş batmaya çalışır, batamaz.
Deniz ısınmaya çalışır ısınamaz,
Sen gelmeye çalışırsın, gelemez..

Ve ben bilirim ki,
Bütün baltık şehirlerindeki gibi,
Hüzün vardır bulutlar güneşin önüne geçtiğinde,
Deniz çağırmaz, evler karanlık
ve Sen yurduna,
Bana dönmek istersin.

Havalimanı

Beni bu havalimanları mahvetti. Bu havalimanlarında ikinci kadehten sonra seni, üçüncü kadehten sonra senle sevişmelerimizi hatırladım. Dördüncü kadehte peynir tabağını, beşinci kadehte ise sabah hazırladığım kahvaltıyı reddedişini. Daha fazla içmedim. Sevilmekten, soyulacak yumurtadan korktugun kadar korkuyordun.

Bu havalimanlarında öğrendim ben, gidilecek bir yer ve gidecek birileri olduğunu. 

Tuesday, August 20, 2013

Sen!

Neden uyumak yerine bir kadeh daha doldurdun?
Sen, bu kadar yol aldın,
Neden unutmak yerine bir fotoğrafını daha açtın?

Ve sen, onca olanlara rağmen,
Ona yazdığın şiirleri,
Sonra mektupları ve hatta kartpostal arkasında,
Sonunu getiremediğin cümleleri
Tekrar hatırladın.

Sunday, August 18, 2013

Blood

Bir sevgiydi bunların grubunun ismi. bir müzikti çıkarttıkları her ses. ve sevdiğim insanları bazen benden daha çok etkileyendi. Beraber dinlememdi. Kimilerini ağlatır, kimilerini bana bağlardı, kimileri dinledikten sonra beni belki sevmesine rağmen yalnız kalmak isterdi, emin gibiydim beni severlerdi, ama öyle değilmiş idi belki, akılları başka yerlerdeymiş. Belki akılları yokmuş?

Ve sonra,

Everything I crave I become
Everything I left forgotten
Everything I love I become

Sonra bir bilgisayar açıldığında parça çalardı. Hep bunlar olurdu. Hep ufak bir tını ve arka planda hep sevişirdik. Dünya kısa, yollar uzundu. Kavuşmak zordu. Sevişmekten başka kahvaltı yapardık, kimi şarap içerdi, kimi çay, kimi şiir okurdu, kimi şiir olurdu.

Ve en başında herşey Beşiktaş'ta başlar. Kahve içeriz, kitapçıda buluşuruz kahvaltı yaparız münferit zamanlarda. Sen bazen çayı seversin, bazen kahveyi, bazen ilk öpücüğümde utanırsın, bazen ilk sen öpersin. Ve sen denizi görünce sevinirsin Ankara'da geçen onca zamana rağmen. Sen yine de bende kalmayı severdin bazen, küçük bir odada iki kişi olunca en çok sevdiğin şeyi, yani sarılmayı yapmak zorunda kalıyorduk, belki ondan. Sen soğuk kış günlerinde ısınmak için sımsıkıca işte böyle sarılırdın, beni de ısıtırdın İstanbul'un en orta yerinde hep en soğuk evin kendi evim olmasını istedim bu yüzden. Sonra uzaklara gittin ama tanrı beni seviyormuş, kış çetin değildi ve yaz bir insanın yanında olunamayacak kadar sıcak.

Şimdi kış geliyor biliyorum. Senden emin değilim.


Thursday, August 15, 2013

Gibi

"Sen aşkımdan ölüyorum adamı değilsin
aşkı anlat
yaşamış ve aşmış gibi"

Yalnızdın

Hep sen vardın, en fazla dört kişilik masa aldın evine, yalnızdın ve diğer 3 sandalye hiç yerinden oynatılmıyordu, menteşeleri ilk günkü gibi sağlam, beyazlıklarını koruyordu.

Niye kendini yalnızlıkla bu kadar özdeşleştirdin? Oysa başkaları ile olduğunda ya da bahsettiğinde mutluluğunu gözlerinden okuyordum, beni mi yoksa kendimi mi kandırıyordun?
Gece olunca hiç mi hissetmiyordun onların içindeki yalnızlığını, ne yapacaktın, yine aynı kanallarda aynı belgeselleri seyredecek ya da okulunu bitirmek için tamamlaman gereken ödevini belki ikiyüzelliikinci sayfayı yarısına kadar tamamlayacaktın.

Yalnızdın ve dışarda insanlar yanından geçerken sana bakmayacaktı.

Ve sen yine de mutlu olduğunu düşünecek, bunu çizdiğin resimlere, tıpkı bir çocuk gibi özenle dizdiğin iki kişilik yemek takımına bağlayacaksın. Oysa uyuduğunda yazın sıcağında bile soğuk olan yatağında anlayacaksın ki: değil.

Elin birilerini arıyacak. En kötü varlığının bile yokluğundan iyi olduğu insanları, eski sevgililerini, unutamadığın, unutamadığın için de tekrar mutlu olamayacağın insanları bir kez daha düşüneceksin ve yine gireceksin aynı döngüye, yine o geceki uykunu kurtarmanın yolunu "en iyisi yalnızlık" kararını vererek geçiştirmeye çalışacaksın.

Neden kendini kandırıyorsun? Neden bir kez daha?

Neden yenemediğin duygularını yenmiş gibi davranıyorsun? Yenilgini kabullenip bu zaafınla yaşamıyorsun?

Neden tapındığın "birey olmak" kavramının bu yönünü düşünmüyor, birey olmayı "yenilmemek" ile eş tutuyorsun.


Oysa biliyorum, tam olarak sevdiğini söyleyemeyeceğim benimle bile sarılırken nasıl titrediğini. Sana arkama dönerek uyuduğum gecenin herhangi bir saatinde uyanırsam seni hemen arkamda sırtıma yapışmış bullduğumu biliyorum. Ve sen uykunun sarhoşluğundan ya da kıt hafızandan bilmiyorsun?

 Yenilmekten daha kötüsü yenilgiyi kabul etmektir diye düşünürdüm. Ama değilmiş. Yenilgiyi kabul etmek erdemmiş. Yenildiğinin farkına varmana rağmen inkar etmek nasıl da zor ve yıpratıcı ve hatta o yenilgiyi her gün hatırlatıcı.

Daha yolun yarısına bile gelmeden, yolun devamına doğru atacağın adımları çok önemsememeye başladın. Sen sürekli geçmişi öven, "birlikte yaşadığımız güzel şeyleri" hatırlayan birisi olmak yerine başını kaldırsan ve iki adım sonrasına baksan, onun heyecanını yaşasan?

Bir heyecan yaşasan? En son "bir sonraki görev yerim neresi acaba?" şeklinde heyecan yaşamıştın sanırım, ya da "yüksek lisans tezim kabul edilecek mi" idi.

Şimdi ben uyurken sen uyanmış oluyorsun uzakta ve ben senin ne hissettiğini iyi biliyorum.


Friday, August 9, 2013

Sonra

Sonra, anlıyorum ki senden ses soluk duymayacağım artık. Anlıyorum ki kararlıymışsın. Aylardır arayışlarım sonucunda sana bu kadar yakınlaşmıştım oysa. Ne kadar bekleyebilirdim ki kapında? Tükendim ve herşeye rağmen eski sıradan hayatım ne seninle ne de sensiz yaşadığım son günlerimden daha huzurluymuş, anladım.

Ama anlamadım niye bu kadar inat ettin mutsuzluğunla, belki sen bundan hoşlandın.

Ve şimdi, onca uğraşımdan sonra, kelimelerim de tükenmişken dönmemin zamanı geldiğini anlıyorum.

Sunday, August 4, 2013

Gülhane

Fotoğraf çekmeyi öğrendiğin, yüzlercesinin içinde yalnız ve cılız kalan bir  ağacı defalarca fotoğrafladığın yerde, senin hayaletin vardı. Pembe yeleği ile yine böceklerin doğaya baktığı gibi bakabilmek için diz çökerek fotoğraf çekiyordun. Çektiğin fotoğrafların içinde de ben vardım. Daha sonra bilgisayarında isim verdin bu fotoğraflara ve ben hep oradaydım. Sen bir peynir tabağı hazırlarken sana yakınlaşacaktım, oysa sen benim sana aldığım şaraba bakarken başkasını düşünüyormuşsun, anladım. Sonra dışında aylar öncesinde aldığım papatyaların hala asılı durduğu kapını açtım, çalışmayan asansörün yerine tozlu merdivenlerinden indim. Fotoğrafla geldim, bir tutam kuru papatya yaprağı ve bir insanın ebedi huzursuzluğuna üzüntüm ile döndüm.

Ve gülhane parkında, herkesin yüzü mutlu, sakin ve İstanbul sıcaktan kavrulurken burası serin, senin hangi döngüde olduğunu düşündüm.

Saturday, August 3, 2013

Poe etkisi

And your lovely touches,
And your passionate smell,
And your dazzling eyes
And all the rose gardens of heaven
They are within one body,
                                        with your soul.

Wednesday, July 17, 2013

Giderayak

Samimiyetsiz kahve teklifine cevap vermezken çok rahat olduğumu mu zannediyordun. O sokaktan son geçişimde ayağımın titremediğini mi zannediyordun?

Yarım kaldı. Senin aklın gibi yarım kaldı herşey. Anlamalıydın ama daha yarısındaydın, inanmalıydın ama daha varlığını kavrayamadın bir duyguyla başbaşaydın.

Ve senin bu zayıflığın, diğer zayıflıkların gibi aklıma üstadın senden çok daha büyük meseleler ile ilgili yazdığı şiirini getirdi..



Güller dizildi tepsiye 
ama taştan fincan oyulamadı. 
Sevdalara doyulamadı.
 


Gülleri tepsiye, çiçekliklere hatta severek aldığın lalerin arasına sakladım. Tanrı emri gibi çalıştığın karanlık işyerlerine gönderdim, güllerin en mutsuz olacağı ücra yerlerde. Ama olmamış, Belki de seninle uyuduğum ikiyüzeliyedinci gece sana normalden daha az, yani sadece 7 saat sarıldığım için oldu bunlar.

Belki sen de haklıydın, ben haketmiştim. Zaten kahvelerin yeterince sert olmuyordu.


Friday, July 12, 2013

Şimdi

-Benimle evlenmeyi hiç düşündün mü?
-Evet,
-Sonra?
-Sonra bir daha düşündüm, bir daha, bir daha ve işin içinden çıkamadım. En sonunda düşünmemeye karar verdim.

En azından dürüsttü ve elimdeki Londra biletine sebep olmuştu. Şimdi ben onun kokusunu hissetmeyeceğine emin olduğum topraklara kaçacaktım. Belki daha da ötesi. Aklımın bir köşesinde beni sevmemesine rağmen sanat eseri peynir tabakları, aldığımız şaraplara aynı yorumlar, uyurken bana sarılma çabaları duruyorken kendimi onun beni sevmediğine inandırmak nasıl olacaktı. Gerçeğin ne olduğunu unutalı, onun bana "barış çubuğu"nu uzatalı 8 ay olmuştu.

Zorlandığım soruda cevabı boş bırakmak yerine sallamış oldum. Tutmadı (sanırım). Sonucunda elimde bu köhne kırmızı beyaz biletle dış hatlar terminalinde bekliyorum şimdi.

Thursday, July 11, 2013

Anlamak

Sonra anladım.

Sonra anladım beni sevmediğini.

Zaten zorla söylettirmeye çalıştığım anlarda dahi söylemiyordun. Sevişirken dahi söylemiyordun.

Ve sonra anladım aldatmak bu olsa gerekti. bu kadar kolaydı. Aklında kim bilir ne vardı, unutumadığın insanlar, işinde yaşadıkları vs. vs. Ama burada sanki "benim" olmuş gibiydin.

Değildi. Bir kez daha olayı basit bir şekilde düşünemedin.

Geç de olsa anladım. Anladıktan sonra aylardır kafamı tırmalayan tüm soru işaretleri çözüldü. "orada neden öyle davrandı" sorusu çözüldü.

Ve anladım, kullanılmıştım, seni kullanmayı becerebilseydim pişman olmayacaktım.

Yenmek

"Kanseri yenmiş birisisin, bunu mu atlatamayacaksın" dedim. Güldü. Son günlerde onu motive etmek için çok kullanıyordum.

"Evet yahu, kanseri yenmek düşünsene, tıpkı maratonu bitirmek gibi" dedi. Ciddi miydi yoksa laf mı atıyordu anlamadım. Gülümsediğini farkettim. Aradaki binlerce kilometreden olsa gerek, sesi bir iki saniye geç geliyordu yaptığımız konuşmada.

"Son metrelerde seni düşündüm" dedim. "İlk metrelerde kimi düşündün?" diye sordu. "Dostoyevski'yi" dedim. Yine gülümsedi. Gülümsemişti ve ben saniyeler sonra duyuyordum ve ona eşlik ediyordum. "Sonra Pushkin'i ve onun heykellerini, ve sonra güzel Neva'yı, fastfood dondurması şeklindeki kubbeleri olan katedralleri, bu şehirde caz yapan müzisyenleri, yüzüne baktığımda gülümseyen sarı tenli kızları, troleybüs şoförlerini ve kondüktörlerini ve onların sürekli telden ayrılan boynuzlarını düşündüm".


Monday, July 8, 2013

Koku

İnce bedenine sarılıp o sıcak battaniye altında,
uzak yoldan hafriyat kamyonları moloz taşırken,
ve açık unuttuğun camdan rüzgar dolarken,
Ben hep senin kokunu hissettim.

Sen uyurken ben her saat başı,
Belki uykunda beni anlarsın diye,
kulağına fısıldadım,
Günde yüz kez söylediğim şeyleri.

Friday, July 5, 2013

Robin

En sevdiğin barda,
Yanimdaki masadan bir adam,
"Sana gelecek olan var mi kardeşim?" diye sorduğunda,
anladim.
O inaniyordu senin gelmeyeceğine.
Ama ben inanmak istemiyordum.

Tuesday, July 2, 2013

дом №: 7

Griboyedova kanalı üzerindeydi. Yürümekten yorulduğumuz bir günün akşamında (akşam sadece saat üzerindeydi Petersburg'ta) yeniden diriliş kilisesini arkamıza alıp otelimize dönerken gördüm orayı.

Yeşil tabelası güzeldi. Haftalık programına baktım Dom 7'nin (Home 7 anlamında), daha sonra programın haftalık değil aylık olduğunu farkettim. Küçük jazz mekanı nasıl aylık plan yapabilirdi ki? Ekipler beklediğim gibi Vasiliy'in kuarteti, İvanov ve arkadaşları, jam sessionlar vs. "yarın gelelim" dedik.

Yarın oldu, Hermitage müzesinin önünde güneşin batmasını bekledik güzel bir fotoğraf için, önce batmadı. battığında ise geç oldu. Yine de gittik ancak toparlanmışlardı. başka bir yarın için rezervasyon yaptık.

Yine yarın olmuştu, akşam saati geldiğinde oradaydık. Gruptan önce çıktık ön masamızdaki yerimize.

Beni bilenlerin bazıları İstanbulda da böyle yerleri sevdiğimi bilir. Hatta birinin müdavimi olduğumu söyleyenler dahi var. Dom 7 de böyle bir yerdi. Bir iki seviye daha profesyonel gibiydi, ama fiyatları ucuzdu, jazz batının arabeskiydi, bunu anlamadı jazz'ı malt viski ile dinlemek zorunda hisseden ama jazz'ı bir türlü hissedemeyen bazılarımız. Ve Petersburg ilginç bir şekilde jazz merkezlerinden biriydi. Bir kaç ay öncesinde TRT Radyo-3 de duyduğumda ben de şaşırmıştım.

Tromboncu S. Dolzhenkov'un kuarteti vardı. 20. yy jazzı yaptılar. Tatlıydı, sakindi, cuma akşamında ısmarladığım Güney Afrika Rhino kırmızı şarabının etkisiyle bir anda ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. Bir haftadır Rusyada idim, onca yorgunluktan sonra kendimi bu kadar hafif hissedeceğim aklıma gelmezdi.

Baterist yeni bir zil taktı, Ziljian markaydı, İstanbul burada yine peşimi bırakmıyordu. Ben ondan ve ondakilerden biraz olsun uzaklaşmak istemiştim. Bateri tısları yerine piyanoya odaklandım.

Hayatım büyük tekrarlardan mı oluşuyordu diye endişelendiğim bu günlerde aklıma gelen onlarca şey enstrümanların sesleri arasında sıkışıyordu ve müziği onlarla sindiriyordum. Bir yıl önceydi, iş çıkışı kaçmıştım bir arka sokak mekanına, içerde tek başınaydım, başgitarist, o an büyük talihsizlik olarak gördüğüm gri tişörtü terden renk değiştirmiş bir şekilde gitarla sohbet ederken ve ben saymayı unuttuğum içkimi içerken de aynıydım. Orada sadece benim alkışlarım ve o alkışların akustiği iyi olmaan mekandaki ufak yankıları vardı.

Şimdi de öyleydi, tek ortak yönümüz aynı yaşam alanında bulunmak olan insanları saymazsak.

Arka penceredeki ışığa dikkat, saat 23:00




Monday, July 1, 2013

Ustam

Ayaklarım titremeye başlamıştı fikri aklıma getirdiğimde. Sportivnaya istasyonundan indikten sonra normal yürüyemediğimi hatırlıyorum.

Küçüktüm. Annem ev işleriyle uğraşırken müzik dinlediği zamanlarda Bursa'da sol müzik yayını yapan radyo istasyonunu dinliyordu. Bir toplantı, söyleşi gibi yapılacak bir etkinlik vardı. Seminer kelimesini kullandıklarını sanmıyorum. Edip Akbayram'ın sesinden ya da başka birinden ismi memleket ile anılan bir şey çalıyordu. İçinde memleket olunca türkü diyesim gelir.

Elimdeki haritaya göre doğru yöne gidiyorduk. Yine de orada bir kadın görevliye sorduk, Türk olduğumuzu nasıl anladı bilmiyorum ama mezarlığı tarif etti hemen. Bir taraftan da istersek bilet alabileceğimizi ve orada bulunan manastırı gezebileceğimizi söyledi.

Lisedeydim. Yatakhanede kitabını buldum. mehmetçiğin kahramanlıklarından bahsediyordu. Kurtuluş savaşından tabiki. Bu topraklarda insanların kendi vatanı için yaptığı ve öldüğü bir kaç savaştan biri.

Sonunda Novodevich mezarlığına gelmiştik. Çok fazla tanındık kişinin mezarı vardı. Ama Tolstoy bekleyebilirdi. Hareket etmekte zorlanıyordum. Başka bir Türk bizi yönlendirdi. yorgundum, gece çok az uyumuştum, dinlenip de mi gelmeliydim? Elimde çiçek yoktu. Kıyafetim uygun değildi. Ne yapıyordum ben? Elinde karanfillerle mezara koşan bir kız çocuğu gördüm. Kimin mezarı olabilirdi? Gogol'un soyundan mı geliyordu? Hava kapalıydı ama yağmıyacaktı, yerler sulama fıskiyeleri sebebiyle ıslaktı, Uzakta siyah giyinen kadınlara bakmadım, kalabalıklardı. Gelmiştik.
--
Gelmiştik o meşhur anıtının yanına. Ben kime koştum ki Sana koştuğum gibi?

Başım o kadar eğikti ki, benden az önce geldiğini belli eden iki karanfilin kokusu burnumdaydı. Başım o kadar eğikti ki gözyaşlarım yanağıma değmeden toprağını suluyordu ve Sen, mezar taşına benden önceki ziyaretçinin bıraktığı kağıttaki uzun notu okuyup beni dinlemeye fırsat buldun mu bilmiyorum ama ben Seni özlemişim.

Ben hamurumun yoğrulduğu topraklardan binlerce kilometre uzakta, o toprakları en çok seven adamın yanında onun hala devam eden esaretine ağlıyordum. Ben bir kişinin sevgisinin binlerce yobazın nefretiyle savaşmasına ve yenilmemesine ama yine de o yobazları yenememesine ağlıyordum.

Ben, Senin anlaşılmamana ağladım daha sonra. Ve hemen sonra aslında anlaşıldığını ve insanlara zülmetme konusunda başarılı iktidar sahipleri tarafından ne kadar tehlikeli görüldüğün için uzaklarda, bu sakin, yeşil fakat kışları buz gibi kesen soğuğa sahip, toprağından çıkan suyu Anadolunun en pis ırmağına değiştirmeyeceğin topraklarda uyuduğunu anladım ve bu beni daha da yaraladı.

Ben Sana gelmiştim. Sen huzurluydun belki de. Babandan aldığın ismin bile Türkçe harflerle yazılmamıştı ama mutluydun, öyle olsun diye hissettim. Çünkü Sen ölmemiştin.: sadece uyuyordun, insanlar yine Senden bahsediyor, Seni konuşuyor, Senin dediğini tartışıyor ve Seni seviyordu. Bu ölüm değildi.

Ben Sana gelmiştim. Sen beni kucakladın.


Thursday, June 20, 2013

Sokaklar

Sokaklar gaz kokuyordu ve ben seni düşünüyordum.
Buralarda beraberce haykırıp,
Birbirimize sarılacağımız gün bu gün değil miydi?
Ama yoksun.

Belki istanbulun içinde ama uzakta,
Belki kıtanın öteki tarafında, okyanusun kenarında, farklıbir gündesin,
Yoksun.

Sokaklar çığlıklarla doluydu,
Sessiz kalıyordu kalbim bu sesler içinde,
Ne sen duyuyordun her zamanki gibi,
Ne Anadolu.
Ve ben binler, milyonlar içinde yalnızdım yine.

Ve sen İstanbul’daki uzak mahallende,
Ya da Kore yarımadasında,
Bir ihtimal Brezilya’da,
Beni düşündün sadece bir saniye için.

Mavi

Söylediğim saatte geldim ama biraz bekletti beni.

Mesai saatinin bitimi yüzündeki yorgunluğu daha da belirginleştiriyordu. Daha da dikkat ettiğimde, özellikle beni anlamaya çalışırken hareketsiz duruyor ve yaşının getirdiği çizgiler belirginleşiyordu.

Sıcak etkisini yitirmemişti. Açık alana oturmamıza rağmen rüzgar esmiyor, yan masada sigara içen ve kelimeleri uzatarak konuşan kızın etkisi altında kalıyorduk. Dalgındım, aklımda bir gün sonra çıkacağım seyahat vardı. Telefonda konuşuyordu, yine kötü haberler duyuyordu, yüzündeki çizgiler derinleşiyordu ve ben menüden ne yiyeceğime karar veriyordum. Garsona ikinci kez “Daha karar vermedik” demek zorunda kaldım.

Sonra farkettim, hala telefonda konuşuyordu parmağı menüde bir yemeğin üzerindeydi. Telefonu kapatıp siparişini verdi.

Konuşmaya başladıkça gülecek birşeyler bulması kolaylaştı, neşeli demesem de (neşeliyken gerçekten susmuyordu) fena değildi.  Günün yorgunluğu ve duyduğu hastalık haberlerine rağmen zorlada olsa gülümsemeye çalışıyordu.

Ton balıklı salatasındaki ton balığı ve mısır parçalarını yedi, ama doymadığı belli, son mısır tanelerini arıyordu. Yemekten sonra gelen kahvenin yanına neden kurabiye konulmadı diye garsona kızdı. Kahveyi içince biraz daha neşelendi. Onu ilk gördüğümde bende yarattığı gerginlikten bahsettim ve o gün, hemen iki saat sonrasındaki sıradışı neşeli halinin bende bıraktığı “dengesizsin” önyargısından. Savunmaya çalıştı kendini, yine başaramadı.

Veda ederken, zarif mavi elbisesinin asaletini taşımakta zorlansa da arabasına kadar gidebildiğini gördüm.

Karanlık bize evlere gitmemizi, uyumamızı ve sorna tekrar kalkmamızı, bu hayatın döngülerine uymak zorunda olduğumuzu, arada bir yaptığımız kaçamakların aslında sadece geçici ferahlama olduğunu hatırlatıyordu. Sokak lambaları “biraz daha yaşayalım, uyumayalım” diyen insanlar tarafından icat edilmiş ve takılmış olmalıydı. 

Monday, June 17, 2013

Herşeyin bir sonu var.. mı?

Son beş kilometre kaldı. Şu ana kadar hiç yapmadığın birşeyi yapıyorsun, pes etmeyeceksin. Beyninde düşünmek için kalan son enerjiyi onu düşünerek de harcamayacaksın. Attığın her adımın bitiş çizgisine beni yaklaştırdığını biliyorum ve durmak istemiyorum.

Mesafeye bakmayı bıraktım. Ansızım gelsin istiyorum bu sonun. Senden sonra ansızın sonlara alıştım belki. Ama parkuru biliyorum. Başka yokuş yok bundan sonra.

Tüm güzellikler geride kalınca insanın unutması kolaylaşıyor. Güzellikler güzel bile kalmıyor.

Susadım. Şarabın tat bulduğu gecelerin sabahında susadığım kadar susadım. Ama o anlardaki gibi dingin değilim. Aksine yorgunluğum ayak ucumdan kendi kendine kapanan gözlerime kadar hissediliyor.

Seni unutmak yerine seni sevmeyi unutmayı hiç düşünmemiştim. Bu kadar kolay olacağını bilmiyordum.

Bir kalabalık görüyorum, Bitiş çizgisinde ucuz balonlarla yapılacak bir kutlama var. Geride kaldın. Sen yürümeye dahi cesaret edemedin. Kendi halinle memnun olmanın tüm kötü etkilerini yavaşça hissedeceksin.

Ve anladığında ne sen beni göreceksin, ne de ben sana koşacağım.




Özlem

Sokaklar yıkılıyor,
Yüksek sesli düdükler çalıyor, kimler çalıyor bilmiyorum.
Ve ben günlerce ulaşamadığım,
dokunmayı geçtim,
konuşamadığım, duyamadığım,
kısa saçlı,
gülünce gerçekten gülen,
ve beni anlamayınca alık alık bakan,
"seninle hiçbirşey yapmadan durmayı bile seviyorum" diyen..
"Sen"i özledim.

That Black Guitar

Ya da "The Walkabouts-2"

Fena bir parça değil. Beni az çok tanıyan biri zaten bu tür sesleri sevdiğimi tahmin eder. Enstrüman zenginliğini severim.

Biraz dramatik: zaten bestecisi olan Vlado Kreslin'in memleketi itibariyle Yugoslav ezgiler.. Goran Bregoviçi iyi bilen bizlere yabancı gelmez. Walkabouts versiyonunu Ben orjinal versiyonuna göre daha çok beğendim.

Telif melif şeyleri olabilir, youtube link vermedi, ben "elle manuel" ekliyorum, dinlenecek:

http://www.youtube.com/watch?v=YYIA_1SAZ3c

Selamlar, yalnız da olsan iyi uyu.


Wednesday, June 12, 2013

The Walkabouts

Uzaktayken keşfettiğim bir grup. Tindersticks ile benzediğini söylediler. Chamber rock mış yaptıkları.

Bana o müzikal zenginliği veremedi. Ne bekliyordum ki? Yine de bir parçaları isminden dolayı mıdır yoksa bize yakın melodisinden dolayı mı bilmiyorum ama etkiliyor.

Saatlerce yalvarım zorla kaçmaya ikna ettiğim sevgiliyi tren garında beklerken yaşadığım korku geliyor aklıma. İkna edemediklerime teşekkürleri sunuyorum, korkusuz yarınlar diliyorum.
....
Neden eşyalarım bir el çantasına sığıyor? Hafif te oluyormuş. Oysa ben herşeyimin yarısının, belki daha fazlasının onda olduğunu düşünürken... Şimdi treni beklerken, uzaklar için, kafamı çevirip arkaya bile bakmıyorum. Bütün trenler tek bir yöne gidiyor ve hepsi ondan uzaklaşıyor. Bu gece bütün trenler güvenli yönlere kaçıyor. Onu kendi cehenneminde yalnız bıraktığım için bir vicdan azabı çekmiyorum. Bu kadar ısrarımda dünyanın ekseni kaydı, Ağaçlar daha çabuk yeşerdi, kediler verilen yemeklerden daha memnun, İstanbulda daha az trafik oluyor.

Oysa ben sadece ne yaptığını görmesi için ışığı açmak istemiştim. O aynaya bakarken sadece şeklini görüyormuş.

Belki bedeninden başka görecek şeyi yoktu?


Wednesday, June 5, 2013

Tuesday, June 4, 2013

Ev

Çantam ile yaşarım diye düşündüm. Sadece agrandizörüm sığmazdı ama uzunca bir süredir onu da kullanmıyorum. Varlığı güven veriyor, o ayrı.

Evim olmadı hiç. Bir odam, belki.. Ev hayatı bana göre mi, denedim  ama hala bilmiyorum. Haftamın yarısı otellerde geçerken kendi yatağıma gittikçe uzaklaştım.

Senin yanındayken, sendeyken de kendimi bir "ev"de hissetmek istedim. Herşeyin düzenli olduğu, mis koktuğu, yumuşak olduğu evinde bir insanın kendini huzurlu hissetmemesi imkansızdı belki. En güzel yemeklerin piştiği mutfaktan  ayaklara masaj yaparmış gibi döşenen banyo taşlarına kadar bütün o mükemmelliyetçi ama biraz da sade düzenindeki büyük tezatın kendin olduğunu farkediyordun. Çift kişilik yatağında en güzel uykuların yalnız uykular olduğuna inandın, tek kişilik yemekleri çift kişilik tencerelerde yapmanın huzurunu bulmaya çalıştın. Oysa onların doğası öyle değil. Farkındaydın ama kabul edenmiyordun. Eksiktin, tamamlanamayacak kadar.

Senin evindeyken kendimi bir evde hissetmek istedim ama olmadı. Ev huzur demek, huzur gelecekten korkmamak demek. Kaldığım otellerde daha huzurluydum. Gelecek hafta ne zaman geleceğimi tekrar biliyordum, ve daha iyisi oranın bir otel olduğunu biliyordum.

Evine de otel gibi bakmalıydım. Ama yapamadım. Bu yaşımda duygularımı ezip robotlar gibi davranamadım.

Ev, huzurdur. Sen huzurluydun hep, ben tedirgin. Ben misafirdim. Sabah senin için pişireceğim yumurtaları yemeyecek insandın.

Çift kişilik yataktaki çift kişilik battaniyelerin aslında küçük olduğunu ısınma içi sana sarılmak zorunda kaldığımı "artık sana sarılmanın, bozuk otomobille yola çıkmakla eşdeğer olduğu"nu anladığımda farkettim. biraz uzak kaldığımda üstüm açılıyordu ve battaniye senin üzerindeydi. Bencildin.

Ve daha da kötüsü senin gibi yalnız olan mahallen hemen yanı başında olduğu ormandan gelen soğuk üşütüyordu.

Şimdi herşeyin başladığı yerde Durst agrandizörümün üzerindeki tozların gerçekten silinmeye ihtiyaç duyduğunu farkettiğim odamdayım. Akşam yemek yemeği kestiğimden beri mutfağına girmedim, alkolü bıraktığımdan beri içki dolabını açmadım. Ancak küvetlere kimyasalları doldurduktan sonra basacağım ilk fotograf senin fotografın olmayacak bu sefer.

Huzurun fotografı olacak.




Tuesday, May 7, 2013

Sen

Ve fırtına olunca aklıma geleceksin, Sen, ilk sığınacak liman.
Sarhoş olup evimin yolunu unuttuğmda aklıma yine Sen geleceksin
Islandığımda kurulanmak için en güzel havluların Sende oluduğunu,
En güzel yemeğin en güzel şaraba nerede eşlik ettiğini bileceğim

Friday, May 3, 2013

Kar

Sabahtı, kaloriferin soğuduğu, senin benden uzak uyuduğun için hafiften üşüterek uyandığım bir sabahtı. Seni uyandırmadan kalkmayı başardım. Eşyalarımı toplamak üzere yan odaya geçtim.

Etrafa baktım çıkmadan. Ahşap kokusuna karışmış kokunu hala hissediyordum. Sana son kez bakışımdan bir kaç saniye geçmiş olmasına rağmen kapının aralığından tekrar baktım.

Seninle konuşmaya hiç doyamadığım gibi, giderken de sırası ile göreceğin banyo kapısı, buzdolabı kapısı ve evin giriş kapısına notlar bıraktım.

Evin giriş kapısı dediysem de, benim için çıkış kapısı oldu artık.

Saat çok erkendi. Çalışmayan asansörünü beklemek yerine merdivenden indim. Karanlık hala kendini hissettiriyordu. Binanın önündeki sokak lambası kendini aydınlatabilecek cılızlıkta arada bir titreyerek yanıyordu.

Soğuktu, şehirden uzaktaki mahallende kar yağıyordu. Montuma sarıldım. Çantamı tutmadığım elimi cebime koyup bir minibüs bulma ümidi ile alt caddeye indim.

Sen uyandığında ben artık başka bir şehirdeydim.

Saturday, April 27, 2013

Kontrast.

Sert olsun ışık. Olabildiğince. Sert olamıyorsa da hiç olmasın. Yokluğu, var"mış" gibilere tercih ettim.

Renkli mi zannediyorsun ki hayatı? Hepsi birbirine benziyor renk dediğin şeylerin. Hepsinin varacağı yer siyah ya da beyaz. Uzak dur sevmekten kırmızıdan, uzak dur ferahlıktan yeşilden, aydınlık zannetme sarıyla.

Gazete okumuyorum, televizyonum yıllardır yok. Ama bir şekilde görüyorum, bi yerde bir fabrikanın binası yıkılmış, yüzlerce ölü. Yüzler.. Nerede renk? Dünyada ne kadar güzel birşey olabilir ki bu renksizliği unutturacak? Bulamazsın. Tüm dünya yıllarca mutlu olsa da bir adamın ölümünden kıymetlimidir?

Hepsinin varacağı siyah ya da beyaz, varlık ya da yokluk. Hepsinin geleceği yer benim en baştan beri durduğum yer. Yıllarca boşuna koştum ama çok sonraları akıllandım. Artık enerjim kalmadı kovalamak için.

Bekliyorum ışıkla karanlığın buluştuğu yerde..


Belki

Belki beni tüm içtenliğinle davet edersin, tekrar.

Belki yarın Güneş iki dakika erken doğar,
Sırf sen daha mutlu ol,
Etrafına, hatta çok uzaklarda duran sevenlerine neşe saç diye.

Belki o güneş ışıklarını camdan süzerken,
Uyanınca ilk baktığın duvarda,
Gölgemi görürsün.

Thursday, April 25, 2013

Yorulmuştum

"Bütün bunların birgün biteceğini bile bile başladın. Yine de kendini böyle bir sona hazırlamak için hiç birşey yapmadın. Şimdi gelip, şurada oturmuş, onunla içtiğin son şarabın neden eskisi gibi lezzetli gelmediğini anlamaya çalışıyorsun. 

Kalbin başka hissetse de içinde bir yerde tedirgindin. Ve artık dayanamıyorsun. Sevginin kullanılması ise azıcık kalan gururunu süpürür nitelikte. Bunları da görmezden gelemiyorsun artık.

Senin bildiğin fakat düşünmek istemediğin sondan çok daha önce gerçekleşti. Artık onu gördükçe heyecan değil, gerilim yaşayacağını biliyorsun.

O, daha önce de başaramadığı gibi, seni asla anlamayacak. Üzülecek belki ama üzüntüsü senin üzüntünden farklı, kendi bencilliğinde olacak."

Alfabesini anlamadığım şehrin gotik binalarının önünde, yolcularını alan kırık dökük belediye otobüsüne bakarken dinledim. Yorulmuştum.